19 Mayıs 2022 Perşembe

Tarih Tekerrür Ederken…


 

Abdülhamit dönemine ilişkin yazılanlar okunduğunda, devletin geçmişten beri yarattığı sorunlu alanların büyüyerek hangi aşamalara geldiği görülüyor. Bu döneme ilişkin yazanların lehte ve aleyhte görüş ve değerlendirmeler yaparak toptancı bir bakış açısıyla hareket ettikleri görülüyor. Tarihi olay ve olgulara bu şekilde toptancı bakış açısından tamamen kurtulabilmek mümkün değil. Tarihi veya güncel hangi konu olursa olsun her konuda aslında bu tür toptancı bakış her zaman var. Bunun temel nedeni insan denilen varlığın doğasından kaynaklanıyor. İnsan, doğası gereği çok farklı, karmaşık bir yapıya sahip. Birey olarak da ele alınsa toplu olarak da ele alınsa insana dair kesin bir yargıya varabilmek zor. Bu nedenle insana dair kesin değerlendirmeler yapmamak gerekiyor.

Burada okuyucuya büyük görev düşüyor. Okuyucunun objektif bir bakış açısıyla çevresindeki her şeye nesnel bir şekilde yaklaşma alışkanlığını kazanması gerekiyor. Bunun için de sahip olduğu akıl nimetinin kıymetini çok iyi bilmesi, aklını doğru bir araç olarak kullanması, aklını başkalarının ellerine gözü kapalı teslim etmemesi gerekiyor. İlgisini, dikkatini çeken ne olursa olsun her konuda nesnellik/objektiflikten uzaklaşmamak insanın kullanılmamasına yardımcı olacaktır. Aksi takdirde insanlar birilerinin elinde oyuncağa dönüşmekten kurtulamaz.

Tarihi olaylara da bu çerçevede nesnel bir bakış açısıyla yaklaşmak önem arz ediyor. Abdülhamit özelinde Osmanlı genelinde bu bakış açısının geliştirilmesi için odaklanılan, konuda yazılmış tüm kaynaklara ulaşmak bu çerçevede birinci adım olmalıdır. Kaynakların tümüne ulaşabilmek oldukça zor olabilir. Okuma çabası kolay bir iş değil. Zaten okumanın zorluğu hemen tüm alanlarda insanları nesnellikten/objektiflikten uzaklaştırıyor. İnsan doğası gereği zorluklardan kaçmak, kolay olana yaklaşmak istiyor. Oysa her kolaylık aynı zamanda insanlar için tehlikeleri veya uzun vadede zorlukları da beraberinde getiriyor. Yaşadığımız dünyada herhangi bir şeyi üretmek, yapmak, ortaya çıkarmak oldukça zor bir süreç. Bunun gibi bilgiyi doğru bir şekilde yapılandırmak da aynı şekilde zor bir süreç. Tarih konusunu merkeze aldığımızda da aynı şey söz konusu oluyor.

Abdülhamit’e özel kitaplarda bazıları onu kızıl sultan diye nitelerken bazıları da muhteşem sultan/ulu hakan diye niteliyor. Benzer şekilde tarihî hemen her konuda; lehte ve aleyhte değerlendirmeler çerçevesinde insanlar toplanıyor, gruplaşıyor ve cepheleşiyorlar. Bu durum toplumdaki birlik ve beraberlik duygusunu azaltırken toplumsal gücün de dağılmasına neden oluyor. Atatürk, Cumhuriyet, din, Osmanlı, tarih, siyaset, kadın, ekonomi, eğitim gibi hangi kavram ele alınsa toplumda benzer bir gruplaşma, cepheleşme oluşurken her grup kendini haklı/doğru görürken karşıdakini düşman/hain/satılmış konumuna oturtup yok etmeye çabalıyor. Bu iki cephe toplumdaki güvenin temeline dinamit olarak konulunca artık hemen hiçbir konuda birlik olmak mümkün olmuyor.

Osmanlı’nın Abdülhamit dahil diğer tüm yakın tarihine ilişkin olaylara yakından bakıldığında bugün yaşanan sorunların kaynaklarını görmek mümkün. Ne yazık ki halen geçmişten gelen kök sorunlarımıza çözüm bulabilmiş değiliz. Geçmişten bugüne devam eden rüzgar önündeki amaçsız sürüklenme girdabından çıkabilmek için kök sorunların çözülmesi şart. Kök sorunlar doğru şekilde teşhis edilmediği sürece bataklıktaki sivrisineklerle uğraşmaya devam edilecek gibi görünüyor. Kök sorunların doğru teşhisi için; bugünün sorunlarının geçmişteki izleri doğru bir şekilde takip edilerek sorunların nedenleri, kaynakları, başlangıcı ortaya çıkarılabilir.

Bu çerçevede Abdülhamit özeline bakıldığında, Abdülhamit’i ne kızıl sultan ne de ulu hakan olarak yermek veya övmek hatasına düşmemek gerektiği söylenmelidir. Abdülhamit, hataları ile sevapları ile insandır. Bu toplumun geçmişinde yer almış, toplumun 33 yılına hakim olmuş bir tarihi değerdir. Bu değeri yok etmek, kötülemek, yermek bize bir şey katmayacağı gibi övmek de bugünümüze bir katkı sağlamayacaktır. Abdülhamit’i doğru yerine koymak demek, yaptığı hatalardan ders alarak bugün aynı hataları tekrar etmemek anlamına gelmektedir. Abdülhamit’e dair en nesnel kitaplardan birisi Orhan Koloğlu’nun "Abdülhamit Gerçeği" isimli kitabı. Bu kitap Abdülhamit konusunda yazılmış yerli ve yabancı kaynakların taranması, karşılaştırılması ve değerlendirilmesi ile hazırlanmış. Bu kitabı okuyunca övgülerin kaynağı kadar yergilerin de kaynağını daha doğru bir şekilde değerlendirmek mümkün olabiliyor. Kitabı okuyunca sadece Abdülhamit dönemini doğru tanımakla kalmıyorsunuz. Aynı zamanda bugünkü yönetim uygulamaları konusunda da daha doğru değerlendirme imkanına sahip oluyorsunuz. Bugünkü iktidarın yaptıklarının nelere mal olacağına dair doğru yordamalarda bulunma şansını da elde edebiliyorsunuz.

Bugünkü AK PARTİ/AKP iktidarı; muhafazakar demokrat bir yönetim anlayışına sahip olduğunu vurgularken, dindarlığı da önemli bir değer olarak topluma sunmaya çalışıyor.

Türk toplumuna dair yapılan değerlendirmelere genel olarak bakıldığında; toplumun dindarlık konusunda hassasiyete sahip olduğunu, toplumun büyük çoğunluğunun muhafazakar-sağ siyasal görüş ve kanaate sahip olduğunu hemen herkes kabul ediyor. Bu toplumda Osmanlıcılık, milliyetçilik, sağcılık, din, maneviyat, aile, kadın, namus, Atatürk, Cumhuriyet, vatan gibi kavramlar her zaman kabul görmektedir. Bu bakış açısıyla hareket edenler toplumda daha kolay kabul görebiliyor. Mevcut iktidar da bu değerlere sahip çıktığını iddia ederek yirmi yılı aşan bir süredir yönetimde yer almaya devam ediyor.

Bugünkü iktidar Abdülhamit konusuna tamamen duygusal bir anlayışla yaklaşıyor. Abdülhamit’i toplumun gözünde adeta kutsal bir objeye dönüştürmek son yıllarda önemli bir devlet politikası haline gelmiş durumda. "Payitaht Abdülhamit" dizisi devletin kanalında uzun süre yayınlanarak, bu politika en canlı şekilde topluma sunulmaya çalışıldı. Aynı şekilde "Diriliş Ertuğrul" gibi Selçuklu ve Osmanlı’nın kuruluşunu konu alan tarihi dizilerle toplumun zihninde var olan milliyetçilik/dindarlık/Osmanlılık duygularına hitap edilmeye devam ediliyor. Bu diziler aracılığıyla toplumun tarih bilinci yeniden oluşturulmaya çalışılıyor.

Abdülhamit dönemine ilişkin uygulamalara bakınca bugünkü politikaların o dönemin uygulamalarıyla birebir örtüştüğünü görmek mümkün. Abdülhamit’in yaşadığı dönemde önde gelen devlet yöneticileri ile girdiği politika uygulamalarının benzerini bugünkü iktidar da uygulamaya çalışıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile oluşturulan tek adam yönetim anlayışı Abdülhamit’in Yıldız merkezli devlet yönetim geleneğinin yansıması. Abdülhamit’in Babıali’yi, bakanları, başbakanı ve diğer bürokratları devre dışı bırakarak her şeye müdahil olma alışkanlığı bugünkü iktidar uygulamalarıyla neredeyse aynı. Abdülhamit’in oluşturduğu jurnalcilik sisteminin yerini bugün parti teşkilatı almış durumda.

Bugün tarihten ders alınabilmiş olunsaydı Abdülhamit döneminde birebir uygulanan bu politikaların devleti, toplumu, ülkeyi getirdiği noktayı görmek mümkün olabilirdi. Bugün ders alınmadığı için Abdülhamit dönemi aynen yaşanmaktadır.

Bu nedenle bugün iktidarı destekleyen herkesin aklını başına alması ve geçmişte yapılan hatalardan dönülmesi için iktidar yetkililerini uyarması gerekiyor. Ülkenin geldiği noktada yaşanan ekonomik, siyasal, sosyal sorunlar hep Abdülhamit döneminde yaşanan olayların benzeridir. Abdülhamit dönemindeki bürokratik gelenek bugün aynen devam etmektedir. Bürokraside personel ataması yapmak devleti yönetmek anlamına gelmemektedir. Kurumlarda verimsiz insan kullanımı bugün de aynen devam etmektedir. Bürokraside görev yapanların sürekli değiştirilmesi, kamu kurumlarında kontenjan fazlası insan çalıştırılması, tanıdık referansıyla göreve gelen bu ihtiyaç fazlası insanların kamu kurumlarına alınmasına karşın çoğunluğun işine hiç gitmemesi, bugünkü ATM memurluğu, verimsizlik, sürekli kontrol altındaki yargı, her kuruma, her işe müdahil olan saray, saraydan habersiz hiçbir işe girişilememesi, en üst düzeydeki yöneticinin her konuya karışması, her işi biliyor gibi müdahil olması, hemen hiçbir alanda işin teknik boyutta gereğinin yapılmasına izin verilmeyip, "siyasi sorumluluk bizde" söylemi ile her alanda işleri yönetmeye çalışma gibi hemen her alışkanlık ve işleyiş düzeni Abdülhamit dönemi ile bugünkü dönemi birebir örtüştüren hususların başlıcalarıdır.

Abdülhamit dönemini nesnel kaynaklardan okuyarak bu durumdan kurtulmak mümkündür. Buna karşın mevcut iktidar toplumun tarihe duygusal ve tek yönlü yaklaşımından sonuna kadar yararlanmaya çalışmaktadır. İktidar yönetme erkini bu şekilde kullanırken toplum yanlış bakış açısının sonucunu ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarla boğuşarak görmektedir. İçinden geçilen süreçte yanlış politikalar ülkedeki ekonomik sorunları daha da derinleştirmektedir. Sosyal ve siyasal sorunlar toplumun duygusal yönüne hitap edilerek görünmez hale getirilmeye çalışılmaktadır. Toplum bu süreçte uzun süre devam edemez. Bir gün mutlaka bu yanlışı görecektir. O zamana kadar yaşanan sorunlar toplumu terbiye etmeye devam edecektir. Sorunlardan daha kısa sürede çıkılmak, kurtulunmak isteniyorsa bir an önce duygusallığı bırakıp aklı işe koşmak gerekmektedir. Bunun zamanı çoktan gelmiştir de geçmek üzeredir.

Dinin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de geçen Şûrâ Suresi 30. Ayette Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.”denilmektedir. Oysa mevcut iktidar, topluma şükürsüzlükten söz edip "başınıza gelen her şeye şükredin" diyerek yine bir başka yönden istismarda bulunmaktadır. Toplum tıpkı tarihe olduğu gibi dine de aynı şekilde bilgisizce, duygusal bir yaklaşımla bu istismara adeta göz yummaktadır.

“İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından (ve yapmaları gerektiği halde yapmadıklarından) dolayı bizi helak mı edeceksin?” (A’râf Suresi 155. Ayet)

 

Muhalifbakış                                                                           izmirmuhammedali@gmail.com

8 Mayıs 2022 Pazar

Ne Olacak Bu Memleketin Hali!


 

Türkiye’de göçmen politikasızlığının ortaya çıkardığı sorunlarla başa çıkabilmek sıradan insan için oldukça zor. Suriye savaşı ile birlikte ülkeye milyonları aşan mülteci akını oldu. Bu durum iktidar tarafından dini söylemler kullanılarak topluma kabul ettirilmeye çalışıldı. Ensar-Muhacir kavramları bu çerçevede sık sık dile getirildi.

Suriyelilerin gelmesi ülke içinde pek çok kişi için avantajlı durumlar da oluşturdu. Kimsenin yüzüne bakmadığı evler Suriyelilere yüksek fiyatlarla kiraya verildi. Kimsenin kabul etmek istemediği çalışma şartları Suriyelilere dayatılarak ucuz ve niteliksiz çalışma şartlarına tabi tutuldular. Politikasız uygulamaların sonucu Suriyeliler ülkenin her yerine adeta kontrolsüz bir şekilde dağıldılar. Kim nereye neden gitti bilen, takip eden yok. Okullarda Suriyelilere karşı ne yapılacağı konusunda bilgi ve tecrübe sahibi kimse yoktu. Zamanla deneme yanılma ile yön çizilmeye çalışıldı. Bu kadar zaman geçmesine rağmen hala bu konularda elle tutulur bir politikadan söz etmek zor. Yer yer ortaya çıkan sorunlar, olaylar sonrası bazı adımlar atılmak zorunda kalındı. Buna rağmen halen elle tutulur bir çözüm geliştirilebilmiş değil. Hemen her şehirde belli mahalleler, belli alanlar sadece mültecilere tahsis edilmiş durumda. Buralara ülkenin yerlisi denen kişilerin girmesi herkesin gönül rahatlığı ile yapabileceği bir davranış olmaktan çıkmış durumda. Güvenlik güçleri dahi bu gibi yerlerde kolayca hareket edemiyorlar. Adeta kurtarılmış bölgeler, gettolar ortaya çıktı. Gelen Suriyelilerin topluma entegre olması gibi bir durum söz konusu değil. Tersine gettolarda kendilerine özgü bir hayat, sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel çevreler oluşturmuş durumdalar. Bu durum toplumda medya aracılığıyla gündeme gelmeye başlayınca toplumda önemli rahatsızlıklara neden olmaya başladı. Bu durum siyasal tartışmalara da neden olmaya başladı. Muhalefet mültecilere yönelik toplumdaki rahatsızlığı görerek bu alana yönelik söylemler geliştirirken iktidar Mart 2022’ye kadar mültecilerin gönderilmeyeceğini söylerken son zamanlarda gönüllü bir dönüşten söz etmeye, bir milyon mültecinin gönderileceğini söylemeye başladı. Bunu söylerken de yine bir politikasızlık örneği sergilendiği görülüyor.

Yönetim Suriye’de sığınmacılar için ev yapmaktan söz ederken ülkenin içinde var olan ekonomik sorunlar ev kiralarında büyük sorunlara yol açıyor. Ev sahibi olmak sıradan insan için hayal olmaktan bile çıkmış durumda. Kira artışları için öngörülen yasal artış oranları ülkedeki gelir darlığı nedeniyle altından kalkılmaz bir hale gelmiş durumda. Ev sahipleri kiracıları çıkarıp daha yüksek fiyatlarla evlerini kiralamayı düşünürken kiracılar ikamet ettikleri evlerinden çıkmamak için her yolu deniyor. Buna karşın ülkeyi yönetenlerin bu konuda politika üretmeyi düşünmek yerine Suriyelilere ev yaptırmayı planlaması tam bir karikatür. Suriye’de ev yaptırmak için insanlar camilerde dini duygularına hitap edilerek teşvik edilmeye çalışılıyor. Ülke içinde bir barınma politikası üretemeyen devlet yöneticileri başka ülkelerdeki insanların barınmalarını düşünüyor. Öğrenciler barınma sorunları yaşadıkları için sene başında büyük şehirlerde büyük sorunlarla karşılaştılar. Öğrencilerin barınma sorununa yönelik köklü bir çözüm bulunabilmiş değil. Gelir düzeyi düşük insanlar için barınma sorununa yönelik bir çözüm yok. Kiralık evlere yönelik bir devlet politikası yok. Ev sahiplerine yönelik bir devlet politikası yok. Buna rağmen Suriyelilere Suriye’de ev yapmaktan söz eden bir iktidar. Güler misin? Ağlar mısın?

Aslında her alanda var olan politikasızlık ülkede hemen herkesin hayatını zorlaştırıyor. Eğitimdeki politikasızlık insanları ekonomik, sosyal, kültürel pek çok sorunlar yaşamasına neden oluyor. Hemen her kuşaktan insan için bu sorunlar insanların geleceklerine dair öngörüde bulunmalarını engelliyor. Aileler çocuklarının eğitimleri konusunda kendilerince çözümler üretmeye çalışıyor. Özel kurslar, özel ders uygulamaları bu çerçevede üretilen çözüm yolları olarak ortaya çıktığı görülüyor. Bu alandaki politikasızlık eğitim sektörünün kontrolsüz ve gelişigüzel bir işleyişe bürünmesine neden oluyor. Şu an eğitim sektöründe kayıtsız, kontrolsüz o kadar çok aktör var ki bunu kapsayabilmek mümkün değil. Hemen her adımda kurslar, özel ders veren ilan ve reklamlarla karşılaşmak hiç de şaşırtıcı değil. Bu eğitim faaliyetleri konusunda ülke tam bir başıboşluk içinde sürükleniyor. 2016 yılından beri denetim diye bir devlet/yönetim faaliyeti yok. Öyle bir sistem düşünün ki kimin ne yaptığına bakan hiç kimse yok. Böylesi bir sistemde kim neye imkan buluyorsa onu yapabiliyor. Kiraladığı bir daireyi kursa dönüştürüp okullardan, sokaktan veya tanıdıkları aracılığıyla sınavlara hazırlık kursları, dersleri verenler, çalıştırdığı kişilere keyfine göre ücret veren veya ücretsiz bir şeklide emeği sömürenler, yetkisi olmadığı halde uydurduğu sertifikayı parayla herkese verenler ve daha birçok sayısız örneklerle karşılaşmak hiç de zor değil. Bütün bunlar ülkede eğitim sistemini yöneten bir irade var mı yok mu sorusunun sorulmasına neden olurken nerede bu devlet sorusu dillerden düşmüyor. Eğitim sisteminde personele yönelik politikasızlık, okullaşmaya yönelik politikasızlık, müfredata yönelik politikasızlık ve daha eğitime dair hangi alana yaklaşılsa politikasızlıkla karşılaşmak mümkün.

Çalışma hayatı, ekonomi yine benzer bir politikasızlık bataklığı içinde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Kayıt dışı ekonomi sıradan bir olay haline gelmiş durumda. Sigortalı çalışmayı bırakın ücretli bir iş bulma imkanı insanları her şeye razı olmaya adeta zorluyor. Ücretli bir işle hayatını sürdürmekte zorlanan insanlar ikinci, üçüncü işte çalışma imkanını nerede bulursa orada çalışmanın yollarını arıyorlar. Çalıştırılan kişilere dair bir denetim, sigortalı veya sigortasız çalışma hayatının takibine yönelik bir çalışma yok. Her ay açıklanan ekonomik göstergeler ülkede yaşanan ekonomik krizin boyutlarını ne kadar saklanmaya çalışılsa da gözlerden uzak tutulamıyor. Siyasal iktidar bunları dışarının bir oyunu, dünyadaki pandemi, savaş ve benzeri sorunlara bağlayarak insanları oyalamaya çalışsa da bu artık fazla etkili olmuyor. İnsanlar markette, pazarda, çarşıda günlük ihtiyaçlarını karşılamak için gittiklerinde gelirleri ile giderleri arasındaki farkın her geçen gün aleyhlerine değiştiğini gördükçe iktidarın söylediklerine inanmıyorlar.

Şehirlerin alt yapısına dair imar düzenlemelerindeki politikasızlık çarpık şehirleşmeyi patlatmış durumda. Hemen her yerde inşaata yönelik bir faaliyetin hangi kriterlere göre yapıldığına dair bir politikanın olmadığı açıkça görülüyor. İmar düzenlemelerinde genel geçerli bir politikadan çok kişilerin sahip oldukları maddi güç etkili oluyor. Bir yerde mimari proje denerek engellenen bir yapının hemen yanında devasa rantların ortaya çıktığını görmek hiç şaşırtıcı değil. Şehirlerin silüetleri toplumun genel ihtiyaçlarına, kültürüne göre değil insanların rant hırsına göre şekilleniyor. Çevre kirliliği kavramı sıradan bir olay. Nehirler, denizler, ormanlar ve daha bir çok değer ranta kurban ediliyor. Bunlar hep politikasızlığın göstergeleri.

Adalet sistemi de kanayan bir yara halinde politikasızlığa kurban ediliyor. Gün geçmiyor ki onlarca defa suç işlediği halde ıslah olmamış kişilerin işledikleri suçlar sonrası bir defa daha yakalandıktan sonra serbest bırakıldıklarına şahit olunmasın. Adalet sistemindeki cezaların infazı sistemi tam bir adaletsizlik yayan bir sisteme dönüşmüş durumda. Hemen hiç kimsenin vicdanı adalet duygusu ile rahatlamış değil. Tersine her gün adaletsizlikten yakınan insanların feryatları ile haber saatleri öfke ile takip ediliyor.

Sağlık sistemi iktidarın en fazla övündüğü alanlardan birisi olmasına rağmen bu konuda da önemli sorunlar işaretlerini veriyor. İlaç fiyatları, hastanelerdeki muayene olmada yaşanan zorluklar, özel hastanelerdeki keyfi fiyat uygulamaları, sağlık personelinin yaşadığı sorunlar gelecekte de bu alanda önemli patlamaların olması muhtemel. Şehir hastaneleri diye yapılan devasa binalar şehirlerin en uzak noktalarında yapılırken insanlar evinin yakınındaki hastanelerin kapandığını gördükçe nasıl bir sağlık politikasının bu mantıksızlığa izin verdiğini anlamaya çalışıyor. Şehrin bir ucundun diğer ucuna saatlerce süren yolculuk sonrası gidip muayene olma zorunluluğu hangi sağlıklı insana keyif verir anlamak zor. Özel hastaneler için belirlenmiş bir ücret tarifesi var mı yok mu bilen yok. Bununla birlikte özel hastaneler kimden hangi ücreti isterse onu alabiliyor. Sıradan bir muayenenin beş yüz lira olarak belirlendiği özel hastanelerin olduğu bir ülkede bir sağlık politikası olduğunu söylemek zor. Devlete ait hastanelerde muayene sırası alabilmek özellikle büyük şehirlerin olduğu yerlerde büyük sorun. En az on beş gün sonraya muayene sırası verilirken bazı alanlarda ise sıra alabilmek imkansız.

Ülkemizdeki bu politikasızlığın ürettiği acılı tablolara karşın gelişmiş ülkelerde görülen devlet uygulamaları karşısında toplumda insanın kendi ülke yöneticilerine karşı sevgi ve saygısı her geçen gün seviye kaybediyor. Almanya iki sene önce ülkesine kabul ettiği Suriyelilerin bayram ziyaretine ülkelerine gitme talepleri karşısında onlara verdiği oturma iznini iptal etmeyi düşünürken bizde daha bugün böyle bir düşünce o da toplumdaki tepkiden dolayı ortaya çıkabilmiş durumda. İngiltere ülkesindeki yirmi-otuz bin mülteciye yönelik uygulamalar konusunda sert kanuni düzenlemeler yaparken bizdeki kanuni boşluklar cennetine dönüşmüş toplum ve devlet düzeni nasıl açıklanır bilinmiyor. Gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinin insanlarının huzurunu, güvenini, gelir düzeyini, sosyal hayatının düzenini koruma adına sahip olduğu her imkanı sonuna kadar kullanırken biz de neden böyle bir düzen kurulmuyor diye insan kendi kendini yiyor.

 

Muhalifbakış                                                                           izmirmuhammedali@gmail.com

4 Mayıs 2022 Çarşamba

Din Duygusu ve İslam’ı Doğru Anlamak

Toplum hayatına dair değerlendirmeler yapmak için geçmişte ve bugün var olan eserlere bakmak gerekiyor. Geçmişten bu güne yazılı bir eser bulmak zor. Tarihi eser mahiyetinde yapılar bazı ipuçları verebilir. Fakat sadece tarihi esere bakarak bir değerlendirme yapmak da yeterli olmayacaktır. Geçmişten bugüne ulaşan toplumsal kurumsal yapılar olarak geleneksel sosyal yapılar bugüne sağlıklı bir şekilde ulaşmış olanlar olduğu gibi sağlıksız bir şekilde ulaşmış olanlar da olabilir.

Devletle toplum geçmişten bugüne tam olarak iç içe geçmiş değildi. Devlet ile toplum arasında tam bir bütünlük yoktu. Tarihi yazılı kaynaklar, edebi eserler bu konularda bazı ipuçları veriyor. Devlet sultana ve ailesine ait bir unsurdu. Toplumu oluşturan sıradan vatandaşın devlete dair bir algısı yoktu. Birey/sıradan vatandaş kendisine kesilen vergiyi/yükümlülüğü yerine getirmekle sorumluydu. Devlet taşraya ait defterler tutarak asker ve para ihtiyacını karşılayacağı kaynaklarının hesabını tutmaya çalışıyordu. Bunu yaparken dayandığı kişiler, güçler, sınıflar vardı. Sıradan vatandaş tek başına bir güç olamıyordu. Vatandaşın kullandığı toprak, hayvanını otlattığı mera devlete/sultana aitti. Sultan her şeyin sahibi idi. Asker ve ona kumanda edenler sultanın ekmeğini yiyen kişilerdi. Bu nedenle sultana hizmet etmekle mükelleftiler. Sultan onlara ekmek verirken onlardan güç alıyordu. Aslında sultana hizmet edenler sultana güç de veriyordu.

Bu ilişkiler ağında bir arada tutucu unsur dindi. Din topluma baştakilere boyun eğmeyi tavsiye ederken sahip olduklarına şükretmeyi de öğütlüyordu. Sultana da halkın başındaki olan sıfatıyla bazı yükümlülükleri olduğunu yine din söylemiş oluyordu.

Dinin topluma anlatılması işi bu konuda bilgi sahibi olanlara düşüyordu. Bu işi yapanların sayısı da elbette çok değildi. Camilerde imamlar, tekke ve zaviyelerde mürşitler, medreselerde müderrisler dine dair bilgi ve uygulamalarda otorite durumunda idiler.  

Din duygusu her insanda olan bir duygu olmakla birlikte bu duyguyu davranışlara yansıtacak bilgi/beceri ve davranış kalıplarının şekli, dayanağı, gerekçesinin de bir usulü olması gerektiği ve bu usulün öğrenilmesi otoriteler eliyle oluyordu.

Dini usule ilişkin bilgi kaynakları herkesin elinde yoktu. Bu kaynaklar otoritelerin elinde idi.

Sıradan insanda var olan din duygusu günlük hayatta yaptığı her davranışın sonunu bilen bir ilahi kudretin varlığı düşüncesini uyandırıyordu. Geleceğin bilinemezliğinin getirdiği korku duygusu insanda din duygusunun da kaynağıdır denebilir. Din duygusunun kaynağını korku olarak görmek yanlış olmaz. İnsan, gücünün üstünde bir durumla karşılaşınca daha güçlü bir iradeye sığınma isteği duyar. Geleceği öngöremeyen insan olumsuz bir durumla karşılaşma korkusuyla daha güçlü bir iradeye sığınma ihtiyacı duyar. Bu irade Allah/tanrı/yaratıcı olarak nitelenir. Yaratıcı iradeye sığınma insanda güven oluşturur. Bu güven duygusu insana güç verir. Korkularından uzaklaşmasını sağlar. Yaratıcı iradeye sığınmanın göstergesi o iradeye boyun eğdiğini göstermektir. Boyun eğdiğini göstermek ise davranışlarla gösterilmelidir. Evlilik törenlerinde bazı ritüeller, dualar, maddi ve manevi adaklar, vaadler, ödemeler, bağışlar, harcamalar, sünnet, düğün, kurban, hac, oruç gibi her şey bu bağlılık göstergesinin bir yansımasıdır.

Din duygusu sadece bireysel/psikolojik yönü olan tekil davranışlar içermez.

Din duygusunun yansıması olan her davranışın yaratıcı iradesine uygunluğu hususu otoritelerce değerlendirilir. Otoriteler yaratıcı iradenin istekleri konusunda bilgi sahibi olduklarını göstermiş kişiler olması gerekir. Otoritenin böyle bir niteliğe sahip olduğunu gösteren işaret onun bilgisi, sözleri ve davranışlarında olması gerekir. Bir yönüyle bir kişiyi otorite makamına çıkaran şey toplumun algısıdır. Toplum herkesi otorite makamına çıkarmaz. Bir kişinin otorite olması ya güçlü bir irade tarafından onanmasıyla ya da toplumun kişiyi bu şekilde görmesiyle mümkündür. Daha güçlü bir iradenin onaması açık ve kolay anlaşılır. Halkın/toplumun kişiye otorite sıfatını vermesi sosyal-psikolojik bir süreçtir.

Din duygusuna yön veren otoriteler İslam tarihi boyunca yöneten güçlerle işbirliğine girdikleri için onların hoşuna gitmeyecek alan/konu ve yönlere fazla dokunmamayı tercih etmişlerdir. Dinin bireysel ve toplumsal yönlerinden daha çok bireysel yönlere ağırlık vermişlerdir. Bunu yaparken yönetenlere olan bağlılığı güçlendirmeyi hedeflerken yöneticilerin hoşuna gitmeyi hedeflemişlerdir. Yönetenler de din konusunda bilgi sahibi olan bu otoriteleri görüp gözetmişlerdir. Yönetenler dini bilgi sahibi otoriteleri görüp gözetirken onlar da yönetenlerin istek ve arzularına göre sahip oldukları bilgiyi onların hizmetine sunmuşlardır. Bu durum karşılıklı menfaat ilişkisi içinde bu güne kadar gelmiştir.

Dinin sadece bireye taalluk eden yönleri yoktur. Topluma, toplum hayatında yer alan sosyal, ekonomik, siyasal alanlara bakan yönleri de vardır. Bu alanlara bakan yönler yönetenlere bazı davranış şekilleri getirmektedir. Bu davranış şekilleri yönetenlerin yönetme, yönetirken sahip olduğu davranış şekillerini sınırlar. Onlara yönetirken bir takım usul, esas ve politika ilkelerini gözetme yükümlülüğü getirir. Yönetenler bu yükümlülüklere riayet etmek zorunda kalırsa istedikleri gibi hareket edemez. Tarih boyunca keyfi yönetimi sınırlamak mümkün olabilmesi ancak güçle mümkün olmuştur. Güç ise ancak insan kitlesinin bir araya gelmesiyle mümkün olabilmiştir. Kitleleri bir araya getiren en önemli unsur ise din olmuştur.

İslam tarihi boyunca dini otoriteler yönetenlere yönelik açık düzenleme çağrısı yapmaktan, kitlelere dinin hükümleri çerçevesinde yönetenlere başkaldırma çağrısı yapmaktan hep kaçınmışlardır. Dinin yönetenlere yüklediği yükümlülükler konusunda açık tartışmalar yapmaktan, bunları gündeme getirmekten hep kaçınmışlardır. Topluma, yönetenlerin yükümlülüklerine ilişkin ilkelerden söz etmek yerine kişisel ibadetlerden, şükürden, sabırdan söz etmeyi tercih etmişlerdir.

Yönetenlerin yükümlülüklerine ilişkin ilkelerin sayısı hiç de az değildir. Bunun için Kur’an ayetlerine bakmak gerekir. Bunlardan biri emanetlerin ehil olanlara verilmesi konulu bir ayet olan Nisa suresi 58.ayetin bir kısmı örnek olarak ele alınabilir.

Emanetleri ehil olanlara teslim etmek ilkesi yönetenlere büyük sorumluluk yükler. Emanet kavramı görev, sorumluluk, yetki, iş yapma sürecinde düzeni sağlama ve daha pek çok alanları içine alır. Birey ve toplum bazında emanet kavramı herkese büyük görev ve sorumluluk yükler. Bireyin buna göre herkese tabi olmaması, herkesin peşinden gitmemesi, herkesle işbirliği yapmaması, boyun eğmemesi gerekirken mücadelesini de buna göre yönlendirmesi gerekir. Yönetme yetkisi verilen sultanın ehil olup olmadığını sorgulayan bir toplumun yönetilmesi kolay değildir. Otorite olarak öne çıkan kişiler bu yönüyle topluma kime hangi çerçevede tabi olunacağını ortaya koymuş olsalardı her bir birey buna göre inanabilir, davranabilirdi.

Emanet kavramı her dönem farklı alanlarda farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Emanet yönetimle, toplumla, bireyle ilgili olarak ele alınabilecek geniş kapsamlı bir kavramdır. Tarih boyunca bu kavramı konu alan ayetten habersiz olunduğu söylenemez. Buna rağmen gerektiği gibi ön plana çıkarılmamıştır.

Ehil olanların seçimi/belirlenmesi hususu da yine yönetimle, devletle, toplumla, eğitimle ilgilidir. Buna rağmen bu alanların hiç ele alınmaması, bu ayetin bu yönüyle gündeme getirilmemesi büyük bir eksikliktir. Bu gün de ehliyet ve liyakat konusunda önemli sorunlar yaşanan ülkemizde eğitim başta olmak üzere hemen hiçbir alanda ehil insanları yetiştirme yönünde bir endişe bulunmadığı, ehliyet yerine tabi olanların ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Ayetlerin tek tek ele alınması kadar birbiriyle ilişkili olarak da ele alınması gerekiyor.

Var olan ayetlere rağmen tarih boyunca İslam devletlerinin siyasal, sosyal, ekonomik, diplomatik, askeri ve daha pek çok diğer alanlarda bu ayetlere ilgisiz kalmasını anlamak zor. Gerçek anlamda İslami bir devlet bu ayetlerdeki ilkelere göre bir devlet, toplum, ekonomi sistemi kurması gerekirken/beklenirken hiçbir şey yapılmaması önemli bir eksikliktir.


                                                                                  Muhalifbakış           

                                                                 izmirmuhammedali@gmail.com

 

3 Mayıs 2022 Salı

Din Eğitimi ve Din Anlayışını Yeniden Düşünmek

Osmanlı’da eğitim diye nitelenebilecek sistemli bir faaliyetten söz edebilmek güç. Medrese sistemi var denebilir ancak; bu sistemin toplumun çoğunu kapsayacak şekilde yaygın olduğunu söylemek güç. Halka yönelik faaliyetler için camiler merkez ittihaz edilmiş. Ancak verilecek eğitimin çerçevesine ilişkin bir düzenden söz etmek mümkün değil. Daha çok eğitimi verecek olan kişilerin kendi kişisel anlayışlarına göre bir hareket/işleyiş söz konusu. Eğitim olarak nitelenen faaliyetlerin içinde Kur’an harflerinin öğrenilmesine yönelik Elif Cüz kitaplarını okuyarak başlama, Kur’anı yüzünden okumayı öğrenme, Kur’an’ın kısa sureleri ile namazda okunan duaların ezberlenmesi günlük hayatta karşılaşılan durumlarda kullanılacak ilmihal bilgilerinin öğretiminden ibaret. Bu süreci herkesin tamamlaması mümkün değil. Süreç sonunda bir belge yok. Biraz daha ilerleyebilenler hafızlık eğitimine geçiyor ki bu toplum nazarında büyük bir paye olarak görülür. Hafızlık Kur’an’ı baştan sona ezberlemeyi gerektirir. Süresi 2-3 yıllık bir döneme kadar uzar. Bu standart toplum eğitiminin çerçevesini oluşturmakla birlikte günümüzde de aynıyla devam ettirilmekte ve din eğitimi denilince hemen herkesin aklına bu süreç gelmektedir. İslam’ın yayılış sürecinde Türk toplumunun baştan beri değişmeyen din eğitimi nitelemesi bundan ibarettir.

Ortalama din eğitim çerçevesinin sınırını aşanlar için medrese sistemi vardır. Bu biraz daha sistemli görünmekle birlikte medrese sisteminde de baştan beri değişen fazla bir şeyin olmadığı görülmektedir. Topluma verilen genel eğitim temelinin üzerine İlm-i Âli diye nitelenen daha üst düzey bilgi kategorileri eklenerek oluşturulan medrese sisteminde de baştan beri değişen bir süreç/işleyiş yoktur. İlm-i Âli diye nitelenen bilgi alanları olarak Tefsir, Hadis, Fıkıh, Mantık, Arapça gibi konu başlıkları vardır.  

Din eğitim sürecinin üretmeyi düşündüğü insan tipi dinini bilen, ahiretini kurtarmayı hedef almış bir insandır. Dünya ile fazla ilgisi yoktur. Dünya hayatı geçicidir. Bu nedenle peşine düşülmeye değmez. Aşağılanır. Dünya hayatının geçici heveslerinin peşine düşenler aldanmış gafillerdir. Böyle bir insan tipinin oluşturduğu toplum için ulûlemre itaat etmekten başka bir yol yoktur. İçinde yaşadığı toplumun sorunları sabredilmesi gereken, ahirette karşılığı görülecek sıkıntılar hep kişisel veya toplumsal olarak işlenen günahların sonucunda Allah tarafından gönderilmiş musibetler olup günahkârları terbiye etmek amaçlıdır. Buna karşı daha fazla ibadet, itaat ve şükür gösterilmelidir.

Böylesi bir toplum için iç/dış siyaset, ekonomi, diplomasi, yönetim, fen ve sosyal bilim alanları hep gereksiz uğraş alanlarıdır. Okunacaksa sadece Kur’an okunmalıdır. Tüm kitaplar bir tek kitabın anlaşılması için okunur. O tek kitap ise Kur’andır. Oysa Kur’anın anlaşılmasına yönelik bir gayret, çaba yoktur. Kur’an okumayı öğrenmek yüzünden okumaktadır. Bu nedenle binlerce yıldır yani Kur’an’ın kutsal kitap olarak topluca bir araya getirildiği andan itibaren hep aynı rivayetler, söylemler, menkıbeler tekrar edilir durulur. Yılın belirli günlerine yönelik anma dönemlerinde, dini olarak nitelenen aylarda, tarihlerde hep aynı ayet/hadis ve menkıbeler tekrar edilip durur. Bu bıktırıcı tekrarlar din olarak kabul edilmesi pek doğru bir yaklaşım değildir.

Dinde ayetler olarak kabul edilen ifadelerin tekrarını dinin amacı olarak lanse etmek dinin amacını anlamamak demektir.

Bu yanlış din anlayışı toplumları atalete sevk etmektedir. Bu anlayışın doğmasına sebep olanları dışarda aramak doğru değil. Bu yanlış din anlayışını üretenler yine bu dinin müntesibi olanlardır. Toplumu yönetenler ve topluma liderlik eden bilgi sahibi âlimler diye nitelenenlerin işbirliği sonucu toplumda bu yanlış din anlayışı önce tohum olarak doğmuş ve tarih boyunca kökleşerek bu günlere gelmiştir.

Bu yanlış din anlayışında seçkinci bir bakış vardır. Kur’an bir yönden yüceltilirken bir yönden sınırlanmakta, örtülmektedir. Dinin bir kısım yönleri seçilip ön plana çıkarılırken bir kısmı perde arkasında bırakılmaktadır. Bu durum ataleti sürdürürken Müslüman toplumu da pasifize etmeye devam eder. Bugün İslam dininin temsilcilerinin dünyada en geri/etkisiz/pasif olmasının nedeni budur.

Bu kısır döngüden çıkışı yine İslam’ın müntesiplerinin çabasıyla mümkündür. Dünya üzerinde kurulmuş olan siyasal, ekonomik, kültürel hegemonik güçler bu durumun devam etmesini candan isterken İslam toplumlarını yönetenler de sahip oldukları kazanımları kaybetmemek adına onlarla işbirliği yapmaktadır.

Bu zincirin kırılması için her bir bireyin çabasına ihtiyaç vardır. İslam’ı kendine bir görüş olarak benimseyen her bir bireyin önce kendi anlayışı ve çevresini, ardından toplumunu, toplumu yöneten anlayışı sorgulayıcı bir süzgeçten geçirmesi gerekiyor. Sorgulayıcı süzgeçten hem bugünü hem de geçmişi geçirmek gerekiyor. Geçmiştekiler de bugünkü Kur’an ayetlerini okuyorlardı. Buna rağmen Kur’an’a açıkça aykırı olan uygulamaların böylesine kökleşmesini anlamak oldukça güç. Bu durum geçmişten bugüne Kur’an ayetlerinin gerektiği gibi anlaşılıp üzerinde düşünülmediğini gösteriyor. Zaman zaman istatistiki veri olarak dile getirilen dünyanın en çok okunan kitabı Kur’an söyleminden sonra bu kadar çok okunduğu halde üzerinde gerektiği gibi düşünülmemesi gerçeği büyük bir çelişki olarak önümüzde duruyor. Geçmişi ve bugünü Kur’an ayetlerini bir kıstas olarak ele alıp süzgeçten geçirmek gerekiyor. Bu yapıldığında aslında geçmişten bu güne dinin yanlış anlayış köklerine ulaşılabilecek ve buradan hareketle kısır döngü zincirinden kurtulmak mümkün olacaktır.

 

Muhalifbakış                                                                             izmirmuhammedali@gmail.com

 

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...