Toplum hayatına dair değerlendirmeler yapmak için geçmişte ve
bugün var olan eserlere bakmak gerekiyor. Geçmişten bu güne yazılı bir eser bulmak
zor. Tarihi eser mahiyetinde yapılar bazı ipuçları verebilir. Fakat sadece
tarihi esere bakarak bir değerlendirme yapmak da yeterli olmayacaktır.
Geçmişten bugüne ulaşan toplumsal kurumsal yapılar olarak geleneksel sosyal
yapılar bugüne sağlıklı bir şekilde ulaşmış olanlar olduğu gibi sağlıksız bir
şekilde ulaşmış olanlar da olabilir.
Devletle toplum geçmişten bugüne tam olarak iç içe geçmiş
değildi. Devlet ile toplum arasında tam bir bütünlük yoktu. Tarihi yazılı
kaynaklar, edebi eserler bu konularda bazı ipuçları veriyor. Devlet sultana ve
ailesine ait bir unsurdu. Toplumu oluşturan sıradan vatandaşın devlete dair bir
algısı yoktu. Birey/sıradan vatandaş kendisine kesilen vergiyi/yükümlülüğü
yerine getirmekle sorumluydu. Devlet taşraya ait defterler tutarak asker ve
para ihtiyacını karşılayacağı kaynaklarının hesabını tutmaya çalışıyordu. Bunu
yaparken dayandığı kişiler, güçler, sınıflar vardı. Sıradan vatandaş tek başına
bir güç olamıyordu. Vatandaşın kullandığı toprak, hayvanını otlattığı mera
devlete/sultana aitti. Sultan her şeyin sahibi idi. Asker ve ona kumanda
edenler sultanın ekmeğini yiyen kişilerdi. Bu nedenle sultana hizmet etmekle
mükelleftiler. Sultan onlara ekmek verirken onlardan güç alıyordu. Aslında sultana
hizmet edenler sultana güç de veriyordu.
Bu ilişkiler ağında bir arada tutucu unsur dindi. Din topluma
baştakilere boyun eğmeyi tavsiye ederken sahip olduklarına şükretmeyi de
öğütlüyordu. Sultana da halkın başındaki olan sıfatıyla bazı yükümlülükleri
olduğunu yine din söylemiş oluyordu.
Dinin topluma anlatılması işi bu konuda bilgi sahibi olanlara
düşüyordu. Bu işi yapanların sayısı da elbette çok değildi. Camilerde imamlar,
tekke ve zaviyelerde mürşitler, medreselerde müderrisler dine dair bilgi ve
uygulamalarda otorite durumunda idiler.
Din duygusu her insanda olan bir duygu olmakla birlikte bu
duyguyu davranışlara yansıtacak bilgi/beceri ve davranış kalıplarının şekli,
dayanağı, gerekçesinin de bir usulü olması gerektiği ve bu usulün öğrenilmesi
otoriteler eliyle oluyordu.
Dini usule ilişkin bilgi kaynakları herkesin elinde yoktu. Bu
kaynaklar otoritelerin elinde idi.
Sıradan insanda var olan din duygusu günlük hayatta yaptığı
her davranışın sonunu bilen bir ilahi kudretin varlığı düşüncesini
uyandırıyordu. Geleceğin bilinemezliğinin getirdiği korku duygusu insanda din
duygusunun da kaynağıdır denebilir. Din duygusunun kaynağını korku olarak
görmek yanlış olmaz. İnsan, gücünün üstünde bir durumla karşılaşınca daha güçlü
bir iradeye sığınma isteği duyar. Geleceği öngöremeyen insan olumsuz bir
durumla karşılaşma korkusuyla daha güçlü bir iradeye sığınma ihtiyacı duyar. Bu
irade Allah/tanrı/yaratıcı olarak nitelenir. Yaratıcı iradeye sığınma insanda
güven oluşturur. Bu güven duygusu insana güç verir. Korkularından uzaklaşmasını
sağlar. Yaratıcı iradeye sığınmanın göstergesi o iradeye boyun eğdiğini
göstermektir. Boyun eğdiğini göstermek ise davranışlarla gösterilmelidir. Evlilik
törenlerinde bazı ritüeller, dualar, maddi ve manevi adaklar, vaadler,
ödemeler, bağışlar, harcamalar, sünnet, düğün, kurban, hac, oruç gibi her şey
bu bağlılık göstergesinin bir yansımasıdır.
Din duygusu sadece bireysel/psikolojik yönü olan tekil
davranışlar içermez.
Din duygusunun yansıması olan her davranışın yaratıcı
iradesine uygunluğu hususu otoritelerce değerlendirilir. Otoriteler yaratıcı
iradenin istekleri konusunda bilgi sahibi olduklarını göstermiş kişiler olması
gerekir. Otoritenin böyle bir niteliğe sahip olduğunu gösteren işaret onun
bilgisi, sözleri ve davranışlarında olması gerekir. Bir yönüyle bir kişiyi
otorite makamına çıkaran şey toplumun algısıdır. Toplum herkesi otorite
makamına çıkarmaz. Bir kişinin otorite olması ya güçlü bir irade tarafından
onanmasıyla ya da toplumun kişiyi bu şekilde görmesiyle mümkündür. Daha güçlü
bir iradenin onaması açık ve kolay anlaşılır. Halkın/toplumun kişiye otorite
sıfatını vermesi sosyal-psikolojik bir süreçtir.
Din duygusuna yön veren otoriteler İslam tarihi boyunca
yöneten güçlerle işbirliğine girdikleri için onların hoşuna gitmeyecek
alan/konu ve yönlere fazla dokunmamayı tercih etmişlerdir. Dinin bireysel ve
toplumsal yönlerinden daha çok bireysel yönlere ağırlık vermişlerdir. Bunu
yaparken yönetenlere olan bağlılığı güçlendirmeyi hedeflerken yöneticilerin
hoşuna gitmeyi hedeflemişlerdir. Yönetenler de din konusunda bilgi sahibi olan
bu otoriteleri görüp gözetmişlerdir. Yönetenler dini bilgi sahibi otoriteleri
görüp gözetirken onlar da yönetenlerin istek ve arzularına göre sahip oldukları
bilgiyi onların hizmetine sunmuşlardır. Bu durum karşılıklı menfaat ilişkisi
içinde bu güne kadar gelmiştir.
Dinin sadece bireye taalluk eden yönleri yoktur. Topluma,
toplum hayatında yer alan sosyal, ekonomik, siyasal alanlara bakan yönleri de
vardır. Bu alanlara bakan yönler yönetenlere bazı davranış şekilleri getirmektedir.
Bu davranış şekilleri yönetenlerin yönetme, yönetirken sahip olduğu davranış
şekillerini sınırlar. Onlara yönetirken bir takım usul, esas ve politika ilkelerini
gözetme yükümlülüğü getirir. Yönetenler bu yükümlülüklere riayet etmek zorunda
kalırsa istedikleri gibi hareket edemez. Tarih boyunca keyfi yönetimi
sınırlamak mümkün olabilmesi ancak güçle mümkün olmuştur. Güç ise ancak insan
kitlesinin bir araya gelmesiyle mümkün olabilmiştir. Kitleleri bir araya
getiren en önemli unsur ise din olmuştur.
İslam tarihi boyunca dini otoriteler yönetenlere yönelik açık
düzenleme çağrısı yapmaktan, kitlelere dinin hükümleri çerçevesinde yönetenlere
başkaldırma çağrısı yapmaktan hep kaçınmışlardır. Dinin yönetenlere yüklediği
yükümlülükler konusunda açık tartışmalar yapmaktan, bunları gündeme getirmekten
hep kaçınmışlardır. Topluma, yönetenlerin yükümlülüklerine ilişkin ilkelerden
söz etmek yerine kişisel ibadetlerden, şükürden, sabırdan söz etmeyi tercih
etmişlerdir.
Yönetenlerin yükümlülüklerine ilişkin ilkelerin sayısı hiç de
az değildir. Bunun için Kur’an ayetlerine bakmak gerekir. Bunlardan biri
emanetlerin ehil olanlara verilmesi konulu bir ayet olan Nisa suresi 58.ayetin
bir kısmı örnek olarak ele alınabilir.
Emanetleri ehil olanlara teslim etmek ilkesi yönetenlere
büyük sorumluluk yükler. Emanet kavramı görev, sorumluluk, yetki, iş yapma
sürecinde düzeni sağlama ve daha pek çok alanları içine alır. Birey ve toplum
bazında emanet kavramı herkese büyük görev ve sorumluluk yükler. Bireyin buna
göre herkese tabi olmaması, herkesin peşinden gitmemesi, herkesle işbirliği
yapmaması, boyun eğmemesi gerekirken mücadelesini de buna göre yönlendirmesi
gerekir. Yönetme yetkisi verilen sultanın ehil olup olmadığını sorgulayan bir
toplumun yönetilmesi kolay değildir. Otorite olarak öne çıkan kişiler bu
yönüyle topluma kime hangi çerçevede tabi olunacağını ortaya koymuş olsalardı
her bir birey buna göre inanabilir, davranabilirdi.
Emanet kavramı her dönem farklı alanlarda farklı şekillerde
ortaya çıkabilir. Emanet yönetimle, toplumla, bireyle ilgili olarak ele
alınabilecek geniş kapsamlı bir kavramdır. Tarih boyunca bu kavramı konu alan
ayetten habersiz olunduğu söylenemez. Buna rağmen gerektiği gibi ön plana
çıkarılmamıştır.
Ehil olanların seçimi/belirlenmesi hususu da yine yönetimle,
devletle, toplumla, eğitimle ilgilidir. Buna rağmen bu alanların hiç ele alınmaması,
bu ayetin bu yönüyle gündeme getirilmemesi büyük bir eksikliktir. Bu gün de
ehliyet ve liyakat konusunda önemli sorunlar yaşanan ülkemizde eğitim başta
olmak üzere hemen hiçbir alanda ehil insanları yetiştirme yönünde bir endişe
bulunmadığı, ehliyet yerine tabi olanların ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Ayetlerin
tek tek ele alınması kadar birbiriyle ilişkili olarak da ele alınması
gerekiyor.
Var olan ayetlere rağmen tarih boyunca İslam devletlerinin
siyasal, sosyal, ekonomik, diplomatik, askeri ve daha pek çok diğer alanlarda
bu ayetlere ilgisiz kalmasını anlamak zor. Gerçek anlamda İslami bir devlet bu
ayetlerdeki ilkelere göre bir devlet, toplum, ekonomi sistemi kurması
gerekirken/beklenirken hiçbir şey yapılmaması önemli bir eksikliktir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder