19 Mart 2019 Salı

Ayrılık Hissi Nasıl Girdi Sizin Beyninize?


Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; 
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
                                (Mehmet Akif ERSOY)

Millete tefrika girmesi ne demek? Tefrika, ayrılık, ikilik anlamlarına geliyor. Millet ise genel olarak; bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar topluluğu anlamına geliyor. Millet kavramına ırk birliği, din birliği, dil birliği ve tarih birliği gibi farklı unsurlar ekleyenler de var ancak bunun tamamen var olabilmesi bu günkü dünya şartlarında çok da mümkün görünmüyor. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türk milleti kavramını tanımlamaya çalışanlar bunu genelde ırk birliği çerçevesi içinde yapmaya çalıştılar. Fakat bu çok da mümkün olmadı. Irk kavramının içine giren kültür, dil ve tarih unsurlarının tümüyle tek tip hale getirilmesi çok da mümkün görünmüyor. Yaşadığımız topraklarda bu anlamda tek tip bir millet oluşumundan söz edebilmek neredeyse imkansız. Başta siyasiler olmak üzere topluma dair fikir, söz ve eylem içinde bulunanların tümü ülkede Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Abazalar, Romanlar diye başlayıp gittikçe uzayan türde ırklardan her zaman söz ediyor. Anadolu coğrafyası geçmişten bu yana pek çok farklı ırkın harmanlandığı bir yer olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bu çerçevede millet kavramını da tam olarak tartışmasız bir şekilde tanımlayabilmek mümkün görünmemekle birlikte toplumda kültürü, dili, nüfusu, coğrafyası, ekonomik, sosyal faaliyetleri ile varlığını ortaya koyan insan toplulukları olarak tanımlamak çok daha gerçekçi gibi görünüyor. İnsan topluluğu tanımlaması yapılınca doğal olarak bireyden bağımsız bir yapı ortaya çıkıyor. Bu da kamusal gücü, faaliyetleri, yapıları yani devlet mekanizmasını gerektiriyor.
İnsan topluluklarını bir arada tutan olay ve olgular vardır. En küçük topluluk olan aileyi bir arada tutan en temel değerler topluma doğru çıkıldıkça daha da soyutlaşarak genişler. Ailenin üstünde yakın akrabalık ilişkilerinin hakim olduğu kan bağına dayanan üst gruplar ortaya çıkar. Bu üst gruplar komşuluk ilişkileri ile coğrafi yakınlık bağına bağlı daha üst grupları ortaya çıkarır. Aynı mahallede, aynı köyde, aynı coğrafyada yaşayan insanlar arasında var olan ortak menfaat, ilişki ve etkileşimler insanları bir arada tutar. Coğrafyalar büyüdükçe araya giren mesafeler farklı gruplar arasındaki etkileşimi de gittikçe zorlaştırır. Bu düzeyde çok daha soyut değerler ortaya çıkmaya başlar. Toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar arasındaki bağların
gücü topluluğun gücüne dönüşür. Bir kişinin sahip olduğu gücün çok üstünde bir güç ortaya çıkar. Bunun olabilmesi toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar arasında var olan ve paylaşılan değerlerin çokluğuna bağlıdır. Ancak bir değerin varlığından ve paylaşıldığından söz edebilmek için bunun söylem düzeyinde kalmaması, gerçek hayatın her alanında hissedilmesi, yaşanması, görünür hale gelmesi gerekir. Bireyi aşan yapıların ortaya çıkması devlet kurumunun varlığını gerektirmiştir. Dolayısıyla bireyden çok daha geniş insan topluluklarını ilgilendiren durumlarda en önemli unsur devlet kurumudur. Toplumda birlik oluşacaksa veya ayrılık ve ikilik gibi istenmeyen kavramlar ortadan kaldırılacaksa bu sadece bireyin çabasıyla olacak bir durum değildir. Devlet kurumu bu konuda baş sorumlu ve yetkilidir. Dolayısıyla millet denilen unsur arasında ikilik ve ayrılık ancak devlet denilen kamu tüzel kişiliğinin çalışması, çabası ile ortadan kaldırılabilir. Devlet denilen tüzel kişilik ise yönetim makamlarında bulunan kişilerin çabalarına büyük oranda bağlıdır. Yönetim makamlarında gücü elinde bulunduranlar yaptıkları uygulamalarla devletin gücünü toplumsal birliği sağlamaya dönük olarak kullanabilecekleri gibi toplumda ayrılık ve ikiliği güçlendirecek yönde de kullanabilirler. Devlet bir aygıt, araç olarak onu kullananlar eliyle yönlenmekte, sonuç üretmektedir.
Devlet kurumu eğitim aracını kullanarak yeni yetişenlere bilgi, beceri, anlayış, bakış açısı, potansiyel kazandırmaya çalışır. Ancak sadece eğitimle alınabilecek sonuç belli bir sınıra kadardır. Eğitim toplum içinde var olan pek çok unsurdan sadece birisidir. Üstelik de ülkenin genel yönetim anlayışı ile doğrudan etkileşim içindedir. Eğitimden çok daha kısa süreli ve güçlü etkiye sahip unsur olarak genel yönetim anlayışı vardır. Genel yönetim anlayışı eğitim başta olmak üzere devlet tüzel kişiliği içinde yer alan tüm alt sistemleri doğrudan etkiler. Ülke içinde var olan yönetim anlayışı toplum içindeki birlik beraberlik duygusunu en güçlü şekilde etkiler. Yönetim anlayışı yönetim makamında bulunan kişilerden bağımsız değildir. Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi şeklinde ortaya çıkan yeni yönetim stilinin kabulü ile birlikte yönetim sisteminin etkisi çok daha fazla bir şekilde ve kısa sürede hissedilir hale gelmiştir. Bu durum yönetim anlayışının niteliğine yönelik çok daha hassas olunmasını gerektiğini ortaya çıkarmıştır.
Ülke içinde yaşayan insan toplulukları arasında vazgeçilemeyecek en temel değer adalettir. En temel birim olan aileden tutun en geniş insan topluluklarına kadar adalet kavramına önem vermeyen bir kişi veya grubun varlığında söz edebilmek mümkün değildir. Kişisel olarak adaletin gereksizliğine dair bir beyan, uygulama veya kararın gerekliliğini, haklılığını savunabilecek, isteyebilecek birisinin olması düşünülemez. Bu nedenle millet içinde ikilik ve ayrılık girmesin deniyorsa ırk, dil, din ayrımı gözetmeksizin herkes adalet anlayışında birleşecektir. Devleti yönetenler bu çerçevede gerçek anlamda birlik, beraberlik istiyorsa adaleti ayakta tutacak kararlar, sistemler, düzenlemeler geliştirmelidir.
Adalet kavramını sadece yargısal bir sistem olarak ele almamak gerekiyor. Yargısal sistem olarak adalet devletin işleyiş düzenine etki etmekle birlikte yargı sistemi toplum içinde sınırlı bir güç ve etkiye sahiptir. Yargı sisteminden çok daha geniş alanlarda adalet kavramının yaşatılmasına ihtiyaç vardır. Bu çerçevede son 17 yıldır iktidarda bulunan siyasal iradenin üzerine büyük görevler düşmekteydi. 17 yıldır geçen süre içinde hayata geçen uygulamalara genel olarak bakıldığında bu alanda istenen düzeye gelinemediğini söylemek çok yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Yönetimde adalet anlayışının gerektiği gibi hayata geçmediğine dair sayısız örnekler yaşandı. Bunların tümünü tek tek bir yazının sınırları içinde sayabilmek çok mümkün görünmüyor. Devletin etkili makamlarına yapılan görevlendirmelere dair herkes tarafından bilinen, kabul edilen bir sistemin varlığından söz edilememektedir. Mevcut yönetimin sağlık başta olmak üzere ulaşım alt yapısına dair pek çok alandaki hizmetlerinden herkes söz ederken ehliyet ve liyakati önceleyen bir sistemin kurulduğundan söz edilememektedir. Tersine objektif sınav kriterlerinin etrafından dolaşacak, bu kriterleri devre dışı bırakacak onlarca uygulamadan söz edilmektedir. Mülakat sınavlarında yapılan usulsüzlükler, yönetici atamalarında kayırılan sendikacılar, istisnai memurluklara yapılan atamalar, parti yönetiminin etkisinde oluşturulan komisyonlar ve daha bir çok şaibeli işlemin yapıldığına dair haber, yorum, değerlendirme ve paylaşımlar her zaman varlığını devam ettirdi. Ehliyet ve liyakatin dışında kurulan seçme sistemlerini istismar edenlerin yarattığı kaos ülkemize 15 temmuzu yaşattı. FETÖ diye ortaya çıkan yapılara yönelik geçmişte siyasal iktidarın en üst basamaklarından itibaren aşağıya doğru yer alan tüm devlet yetkililerinin özür ve af beyanları hala unutulmuş değil. Bu gün de benzer yapıların yine devletin belli kurum ve sistemleri içinde yer almaya devam ettiğini herkes dile getirmeye devam ediyor.
Bu işleyiş sürecinde Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan lider figürünün de büyük sorumluluğu hala devam ediyor. Bazıları lider tek başına ne yapabilir ki, etrafındaki kötü niyetliler bunu istismar ediyor türü açıklamalarla yaşanan olumsuzluklarda kendilerince değerlendirmelerde bulunuyorlar. Ancak cumhurbaşkanının özellikle 2010 yılından sonra sahip olduğu gücün kapsamına, etkisine baktığımızda yapılan değerlendirmelerde haklılık payı bulunmadığını söylemek haksız bir söylem gibi görünmüyor. Cumhurbaşkanı bir kişi olabilir. Elbette bir kişinin tüm sisteme tek başına hakim olmasını beklemek doğru olmayabilir. Sonuçta kişilerin denetim alanlarının da mutlak sınırları var. Burada gücü elinde bulunduran kişinin bunun farkında olarak devletin işleyiş sistemi içinde etkin sistemleri kurması gerekir. Bir tek kişi tüm sistemi kendi başına kontrol edemeyebilir. Ancak bir tek kişi kolaylıkla etkin bir yönetim ve denetim sistemi kurulmasının takipçisi olabilir. 2010 yılından itibaren başbakan/cumhurbaşkanı makamında bulunan kişinin çizdiği çerçeveye uygun bir yönetim sisteminin kurulmasına engel olabilecek bir kişi, grup, anlayış bulunmamaktadır. Devletin tüm kademelerini elinde bulunduran bir kişi yasal olarak hangi sistemin kurulmasını isteseydi 2010 yılından bu yana bunu başarma imkan ve gücüne sahipti. Liderin toplum nezdinde sahip olduğu karizmatik güç sayesinde yönetim ve denetimi adalet temeline dayalı, toplumun yararına işleyen bir devlet yapısının kurulmasını sağlayabilirdi. Lider tek başına her şeyi yapamayabilir ancak kuracağı ekipler aracılığı ile birbirini kontrol eden bir sistem oluşturup tüm bunlara yön gösteren etkin bir yönetim ve denetim sistemi hiç de hayal edilemez bir şey değildir. Oluşturulacak ekipte bulunacak kişilerin belirlenmesi, bu ekipten beklentiler, hedefler, çalışma sistemi oluşturulabilirdi. Bunların yapılabilmesi için sadece liderin iradesine, koordinasyonuna ve takibine ihtiyaç vardı.
Bu nedenle gerçekten millete tefrika girilmesin isteniyorsa yapılması gerekenler bunlardı. Artık geçti mi? Önemli bir zaman kaybı yaşandı. Bundan sonra yapılabilir mi sorusuna ise umutsuz olmamak gerekir demekten başka cevap bulamıyorum.




                             Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com

12 Mart 2019 Salı

Güç ve Yetki ile Demokrasi Gelişmez


Cumhurbaşkanı devletin başındaki bir kişi olarak bir çok yetkiye sahip. Bu yetki ile ülkenin hemen tüm kaynaklarını tek başına kullanma imkanına sahip. Bu durum cumhurbaşkanını devasa bir güç haline getiriyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile bu yapı resmiyet kazanmış oldu. Yasalar ve tüm devlet yapısı buna göre yeniden oluşturuldu. Yerel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde cumhurbaşkanı ülkede günde iki, üç farklı ilde konuşmalar yaparak oluşturulmuş cumhur ittifakına oy istiyor. Bu ittifakın karşısında millet ittifakı olarak adlandırılan bir başka ittifak bulunuyor. Cumhurbaşkanı devletin başındaki kişi olarak seçimlerde kendi tarafına oy isterken karşı tarafı da elinden geldiği kadarıyla kötüleyerek vatandaşı ikna etmeye çalışıyor. Seçimleri yerel seçimden çok ülkenin geleceğine etki edecek, ülkenin bekasına etki edecek önemli bir aşama olarak sunuyor. Bir tarafta devlet gücünü ve yetkisini arkasına almış cumhurbaşkanı, diğer tarafta ise muhalefet bulunuyor. Bu mücadeleyi demokratik ilkeler açısından dengeli güçler arasında bir mücadele olarak görmek zor.
Cumhurbaşkanı 2002’de AKPARTİ/AKP’yi kurarak siyasi hayata atılmıştı. O dönemdeki söylemlerde üç dönem kuralı diye anılan bir taahhüt dile getiriliyordu. Buna göre geçmiştekilerden farklı olarak yeni siyasi oluşumda bir kişi en fazla üç dönem bir makamda bulunabilecekti. Bu söylem o güne kadar ülke siyasi hayatında yeni bir iddia idi. Geçmişte siyasi hayattaki liderler adeta ölünceye kadar partilerinin başında kaldıkları eleştirisi ile karşı karşıya kalıyorlardı. Cumhuriyet tarihi boyunca ne kadar seçim kaybedilmiş de olsa siyasi hayatta bulunduğu koltuğu başkasına kendi rızası ile bırakan bir lidere rastlanmamıştı. Siyasi partiler liderlerin hayatı ile kaim makamlar gibi kullanılıyordu. AKPARTİ/AKP bu geleneği değiştirme iddiası ile işe başlayınca taraftarları bunu da bir argüman olarak uzun süre kullandılar. Ancak iş gerçekliğe gelince söylenenler adeta unutuldu. Bu gün için belki cumhurbaşkanı için görüntüde aynı makamda üç dönem durmadı şeklinde bir iddia ileri sürülebilirse de siyasi figür olarak 17 yıldır ülke yönetiminde tek başına hükmeden bir kişinin varlığı inkar edilemez. Bu durum ülke siyasetinin geçmişten çok daha güçlü bir şekilde tek lider hakimiyetine girildiğinin bir göstergesi. Partili cumhurbaşkanı siyasi partinin başkanı olarak tüm faaliyetleri yönetiyor. Siyasi partinin yöneticileri ve üyeleri doğrudan cumhurbaşkanı ile iletişim kurabiliyor. Siyasi parti üyelerinin devletin tüm güçlerine cumhurbaşkanı aracılığı ile doğrudan ulaşabilme imkanına kavuşmasını sağlamaktadır. Siyasi parti başkanının üyesi ve lideri olduğu siyasi partiye rağmen diğer partilere de aynı uzaklıkta bulunacağını veya kendi siyasi parti üyelerine ayrımcılık yapmayacağını/yapmadığını iddia etmek çok inandırıcı değildir.
Siyasi parti üyesi ve lideri olarak cumhurbaşkanı meclisin yapılanmasına, çalışmasına da doğrudan müdahale edebilmektedir. Yasamayı temsil eden meclisin bu şekilde bir liderin güdümüne girmesi yine demokrasi açısından uygun bir görüntü vermemektedir.
Yargının yetkili birimlerinde görev yapacak kişilerin seçiminde de yine cumhurbaşkanı büyük bir etki ve yetkiye, güce sahiptir. Yargının bu yapı içinde bağımsız olacağını beklemek yine çok inandırıcı bir iddia olarak görünmemektedir.
Güçlü bir yürütme ve yönetim yapısının oluşması ülkenin imkanlarının kullanımı açısından önemli bir avantaj gibi görünebilir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi vatandaşa anlatılırken de bu iddia kullanıldı. Ülke yönetiminin tek kişinin iradesine bağlı hale getirilerek güçlendirilmesinin avantajları bulunmakla birlikte siyasi kliklerin bu gücü tek başına kullanması demokratik ilkeler açısından zararlar oluşturmaktadır. Bu zararlardan kurtulabilmek için devletin fonksiyonlarını kullanan kurumlar arasında dengeli bir yapı kurulması gerekiyor. Kurumsal işleyişin etkin hale gelmesi devletin alt sistemleri arasında uyumlu çalışmayı gerektirmektedir. Devletin yasama, yürütme ve yargı fonksiyonları tek kişinin güdümüne girmemesi gerekmektedir. Ülkede farklı bakış açısına sahip insanlar, gruplar vardır. Tüm gruplar arasında karşılıklı saygı ve güven oluşabilmesi için toplumu oluşturan kişilerin devlet kurumlarına ve görevlilerine güvenmesi gerekmektedir. Siyasi açıdan farklı veya rakip gruplardan oluşan güçlerin elinde bulunan devlet kurumlarına güvenin oluşabilmesinde sorunlar olacağı doğaldır. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin sorunları üzerinde daha fazla düşünülmesi ve çözümler geliştirilmesi gerekiyor. Bunun için en başta devlet sisteminde özerk güç odağı konumunda kurumsal yapıların oluşturulması gerekiyor. Yönetimi güçlendirmek kadar toplumun yönetime güvenini arttıracak sistemler de kurulmalıdır. Aksi takdirde toplum içinde sistem tartışmaları bitmeyecektir.
Siyasal gücün sahip olduğu yetki toplumda hemen her alanı doğrudan etkilemektedir. Basın yayın organları içinde iktidara yönelik eleştiri gücü her geçen gün azalıyor. Resmi medya araçları siyasal iktidardaki partinin yayın organı gibi hareket eder hale gelmiş durumda. Yazılı ve görsel özel medya kurumları kolayca hükümete yönelik eleştirel haber veya yayın yapamıyorlar. Doğrudan bir müdahaleden ziyade perde arkasından veya dolaylı devlet gücüne muhatap olma korkusu içinde yayın hayatına devam ediyor gibi bir görüntü veriliyor. Yargının muhalifleri susturma aracı gibi kullanılıyor şikayetleri toplumda kolayca hiç de az olmayan taraftar bulabiliyor.
Seçimlere giderken yaşananlar ülkemizdeki demokrasi geleneğini güçlendirmekten ziyade güçsüzleştirmektedir. Demokrasinin gelişmesi, güçlenmesi toplumda karşılıklı tartışma kültürünün varlığına bağlıdır. Bunun için karşılıklı hoşgörü ortamına ihtiyaç vardır. Böyle bir ortam ise yetki ve güç kullanarak oluşmaz.


                                   Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com

8 Mart 2019 Cuma

Dini İnkârdan İstismara


Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte din toplumda önemli bir değer olarak var olmaya devam etti. Toplumda din duygusu tarihten gelen kültürel yaşamın bir parçası olarak toplumsal kodlarımıza işlemiş durumda.  Din duygusunun kökenine dair dile getirilen pek çok teori var. Teoriler olduğu için din duygusu yok, teoriler var olan duygunun kaynağını, gerekçesini betimlemeyi, açıklamayı amaçlıyor. Geçmişte var olan din duygusu toplumu oluşturan bireyleri motive etme, mevcut iktidara olan bağımlılığı, mevcut iktidarın meşruiyetini temin amaçlı olarak varlığını sürdürdüğü gibi bu kapsamda var olması için iktidarlar tarafından da desteklendi.
Osmanlı tarihinde devasa camilerin varlığı her ne kadar yönetimin dindarlığı, şeriata güçlü bağlılığın göstergesi olarak algılansa da tarih boyunca devleti yönetenlerin veya yönetimde etkili olanların dindarlıkla çelişen uygulamalarının yaygınlığına bakınca bu algının tam olarak doğru olmadığı iddiası hiç de yabana atılır bir iddia değildir. Devletin en güçlü olduğu dönemlerden güç kaybı yaşandığı dönemlere kadar din kavramı her zaman etkin bir değer olarak görülmekle birlikte yaşananlara bakılınca dinin geleneksel yaşam biçiminden ileri gitmeyen uygulamalarla sınırlı olduğu söylenebilir. Din güçlü bir değermiş gibi devlet yönetiminde kabul edilmekle birlikte gerçekte dine aykırı veya çelişen, uymayan uygulamalar dindarlık kılıfına bürünmüş din dışı bir hayatın varlığının gün geçtikçe büyümesini getirmiştir. Din dışı hayatın dindarlık kılıfının içinde gelişip büyümesi güç kaybına uğrayan devletin yaşadığı sorunlara çözüm üretmeye çalışanlarda dine düşmanlık duygusunun da gelişmesine neden olduğu söylenebilir. Avrupa’da dine yönelik bakış da bu duygunun güçlenip kökleşmesine neden olmuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan pozitivist bakış açısının gittikçe yaygınlaşmasının da bir sonucu olarak Osmanlı yenileşmecileri dinden uzaklaşmanın yenileşmeye katkı sağlayacağı öngörüsü ile hareket ettiler. Bu anlayış Cumhuriyete de tevarüs etti.
Cumhuriyet, geçmişte kötü gidişe çözüm üretme iddiasında bulunan gruplardan batılılaşma, çağdaşlaşma taraftarlarının güç kazandığı bir dönem olarak ortaya çıktı. Çağdaşlaşma, batılılaşma anlayışı geçmişte devletin önem verdiği din değerini ikinci plana hatta çok daha geri planlara attı. Görmezden geldi. Uzun süre dini değerleri düşman olarak kabul eder hale de geldi. Kabul eder göründüğü dönemlerde de siyasi endişelerle ikiyüzlü bir anlayışla araç olarak kullanmaktan öte gitmedi. Çağdaşlaşma, batılılaşma anlayışı dini görmezden gelirken toplumu da kendi anlayışına uygun bir dönüşüme tabi tutmaya çalıştı. Bu dönüşümü bazen zorla bazen de perde gerisinden kullandığı araçlarla sağlamaya çalıştı.  Osmanlı toplumunun görünürde yoğun dindarlık anlayışı yıkılışının bir gerekçesi gibi algılandı veya sunuldu. Dönemin yöneticilerinin dine uzak bakış açıları yönetimin de genel olarak dinden uzak uygulamaları destekler duruma gelmesine yol açtı. Toplumsal dönüşüm projeleri de genel olarak dinden uzaklaştırıcı bir çerçevede ele alındı.
Toplumun bu dönüşüm programına tam olarak destek verdiğini söylemek zor. Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren uygulanmaya çalışılan dönüşüm programı itirazla, direnişle karşılaştı. Farklı gruplaşmalar ortaya çıkarak uygulamalara muhalefet edecek güç odakları oluşturulmaya çalışıldı. Devleti yönetenler de bu güç odaklarının içinde yer alanları kendisine düşman olarak gördü. Toplum içinde devletin temsil ettiği ve uygulamaya çalıştığı dönüşüm programını temsil edenlerle buna direnenler arasında sürekli bir mücadele yaşanmaya başladı. Bu mücadeleyi Cumhuriyetin ilk günlerine kadar götürmek mümkündür. Toplumun içinde bir taraf devletin dönüşüm programını hastalıklara tedavi olarak görüp bunu kabul etmeyenlere acı bir ilaç gibi dayatırken bir başka grup da bu dayatmalara karşı direnmeyi seçti. Dayatanlar ile direnenler arasındaki mücadele dozunu, şeklini, zeminini değiştirmekle birlikte her zaman devam etti.
Cumhuriyetin ilanı sonrası uzun bir süre tek parti yönetim anlayışı yönetime hakim oldu. Tek parti dönemi dayatmacı zihniyetin en güçlü olduğu dönemdi. Çok partili hayata geçişle birlikte dayatmacı zihniyet yavaş yavaş güç kaybetmekle birlikte 2000’li yıllara kadar devam etti. Bu süreçte devlet kademelerinin hemen her yeri devletin istediği, desteklediği anlayışa sahip kişilerden oluştu. Siyaset, bürokrasi, yürütmenin önemli basamakları, ekonomi, yargı, akademik dünyanın büyük çoğunluğu başlarda tamamen dayatmacı anlayışta iken zamanla siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatın içinde güç kazanan direnenler gelişmeye başladılar. Dayatmacı zihniyet zamanla toplum nezdinde güç kaybetmeye başladı. Yapılan uygulamalar toplum tarafından hoş karşılanmamaya başladı. Dayatmacı zihniyetin karşı tarafı kötüleme, şeytanlaştırma çabaları toplumda kabul görmedi. 2002 yılında yaşanan siyasal değişim sonrası güç dengesi değişmeye başladı. İktidara gelen AK PARTİ/AKP ilk zamanlar varlık/yokluk mücadelesi verdi. Bu süreçte toplum desteğini çekmedi. Tersine her dönem arttırdı. Güç dengesi özellikle 2010 sonrası büyük oranda tersine döndü.
Geçmişte yok sayılan veya yok edilmeye çalışılan ya da görmezden gelinen din ve dine dair argümanlar toplumun büyük kesimi tarafından dini inkar olarak algılandı. Toplumda dine sahip çıkanlar ve dine karşı çıkanlar şeklinde gruplaştı. Bu gruplaşma karşılıklı mücadeleyi, güvensizliği getirdi. Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren iktidarı eline geçiren taraf dini argümanları inkar eden veya en azından görmezden gelen taraftı. Bu taraf karşı cepheyi önceleri kolaylıkla kontrol altında tutabiliyordu. Zamanla ortaya çıkan toplumsal, siyasal, ekonomik, eğitsel pek çok değişim karşı cephede yer alan grubu güçlendirdi. Gücü elinde bulunduranların yaptığı hataların sonucunda denge tersine döndü. Bu dönüşüm özellikle 1980 sonrası oldukça hızlı bir şekilde oldu. 1990’lardan itibaren denge tersine döndü. Özellikle 28 Şubat 1997 sonrası dini grup ve anlayışlara yönelen yoğun şiddet güç sahibi cephenin gücünü yitirmesine de yol açtı. 2000’li yıllardan itibaren tersine bir denge oluşmaya başladı.  
İçinde bulunduğumuz dönemde din geçmişe göre önemli bir değer olarak görülüp gösterilmeye çalışıldığı söylenebilir. Bu durum iktidarı elinde bulunduranlar tarafından da desteklenmektedir. İktidarda bulunan kişilerin dini hassasiyetlerle hareket ediyor görünmesi toplumda da dini değerlerin daha görünür hale gelmesine neden olmaktadır. Devlet ve iktidarın sahip olduğu imkanlar menfaat peşinde koşanları da bu yönüyle etkilemektedir. Ülkemizde devlet/kamu en büyük kaynak dağıtım aracıdır. Mevcut kaynaklara kolay ulaşma isteği kişilerde iktidara yaklaşma ihtiyacını doğururken dini değerler de bu aşamada araç haline dönüşmektedir.
Bu dönemde iktidar toplumda var olan muhafazakar değerleri kendi hanesine artı puan yazabilme adına dini argümanları çok daha yoğun kullanmaya başladı. Geçmişte yok sayılan imam hatiplileri dindar nesil yetiştirme adına bu dönemde ön plana çıkarmaya, bu tür okulları her kademede yaygınlaştırmaya çalışılıyor. Ancak bu dönemde geçmişte yapılan hatanın tersi yönde bir hata işlenmeye başlandı. Bu dönemde de ihtiyaçlar ve istekler dikkate alınmaksızın herkese imam hatip okulları sunulmaya başlandı. İmam hatipli olmak iktidar nezdinde bir artı değer olarak görülür hale geldi. Geçmişte inkar edilen dini değerler bu dönemde gereğinden fazla ön plana çıkarılmaya başlandı. Bu durum istismar düzeyine dahi ulaştı dense yanlış olmaz. Dini inkardan istismara savrulan bir anlayış ülkede yine birlik ve beraberliği sağlamaktan oldukça uzak görünüyor. Uçtan uca savrulmaktan çok dengeli bir toplum yapısının oluşması gerekiyor. Dengeli bir toplum yapısının oluşabilmesi ise ehliyet, liyakat, adalet ilkelerinin başta yönetim olmak üzere her yerde ön plana alınmasını gerektiriyor. Uzun iktidar döneminde bu değerlerin gerektiği gibi ön plana alındığını söylemek şu an için mümkün görünmüyor. Yakın gelecekte olur mu zaman gösterecek. Umalım ki toplum bir an önce bu değerler etrafında birlik beraberliğe ulaşmanın yolunu bulabilsin. O zamana kadar vakit kaybı yaşamaya devam edeceğiz gibi görünüyor.

                             Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com






7 Mart 2019 Perşembe

Bozuk Düzen Nasıl Değişir?


Kamu tarafından yapılan yapım ihaleleri sonucu üretilen eserler genelde istenen nitelikleri karşılamaktan oldukça uzak. Bu konuda üretilen eserler özellikle taşrada ise nitelik çok daha düşük hale gelebiliyor. Ülkemizde ihale usulü belli kişilere rant sağlama aracı haline gelmiş bir durumda. Geçmişte bu konu çok daha fazla istismara açıktı. Bu gün istismarların önüne geçildi diyebilmek hala çok iddialı bir tezdir. Eğitim kurumları bu yönde en çok istismarın yaşandığı alanlardan sadece birisi. Eğitim kurumlarının yapımı için hazırlanan projeler merkezi düzeyde planlanıyor. Bu projelerin yapımı amacıyla ayrılan ödenekler büyük meblağlara ulaşıyor. Bu devasa meblağlar bu alanda çalışanların ağzını sulandırıyor. Özellikle büyük ölçekli firmalar bu tür yatırımları yakından takip ediyorlar. İhalelerin alınması büyük ölçekli firmalar için çok da zor olmayan bir iş. İhale sürecine daha çıkılmadan önce şartnamelerin hazırlanması aşamasında çalışmalara başlanıyor. İstenen şartlar önceden belirleniyor. Belirlenen şartlara göre görüntüde prosedürler işletiliyor. İstenen eser taşeronlar aracılığıyla en az maliyetle ortaya çıkarılıyor. Eserin bitirilip teslimi aşamasında yine yapılan müdahalelerle prosedürlere son nokta konuluyor. Ortaya çıkan eserin son kullanıcıları kullanım sürecinde yaşadıkları sorunları kendi çaplarında çözmeye çalışıyorlar. Bu süreçte geçmişe dönük bir araştırma ve sorgulama hemen hiçbir zaman yapılmıyor. Bürokratik işleyişte böyle bir işleyiş yok. Ortaya çıkan eserde var olan eksiklerin peşine düşen kimse de olmayınca sayfa kapanıyor.
Bu işleyiş süreci hangi kamu ihale ürünü ele alınırsa alınsın çok fazla değişiklik göstermeden aynı şekilde işliyor. Bu süreçte bürokrasinin yapabileceği fazla bir şey yok. Zira bürokrasinin özellikle karar mekanizmalarında bulunanlar dolaylı olarak bu sürecin farklı derecelerde içinde yer alıyor. Asıl güç sahibi olan siyasi irade sahipleri bürokrasinin işleyişine her aşamada müdahale ediyorlar. Siyasi iradeye rağmen bürokrasinin kendi başına hareket edip bir şeyler yapabilmesi mümkün değil. Bu bozuk düzen ancak siyasi iradenin bu konuda hassas davranması ile değiştirilebilir. Ülkenin siyasi iradesi bu bozuk düzenin bozulması veya düzeltilmesi için iradesini ortaya koymadığı sürece bunun değişmesini beklemek boş bir beklenti. Siyasi iradenin işi siyaset yapmak, yani ülkenin yönetimine yön vermektir. Siyasi iradenin bunu yapabilmesi için siyaset faaliyetinin toplumda belli kişilerin elinde bir araç olmaktan çıkması gerekiyor. Siyaset toplumun genelini ilgilendiren bir faaliyet olmakla birlikte toplumda herkesin bu alanda faaliyette bulunmasına izin verilmemesi bu faaliyetin belli sınıfların, grupların ve kişilerin elinde kalmasına neden olmaktadır. Toplumun genel durumu siyasi faaliyetlerin çerçevesini çiziyor. Toplumdaki alışkanlıklar, gelenekler, adetler, tutumlar, anlayışlar siyasi faaliyetlere yön gösteriyor. Siyaset de toplumu kendine göre dizayn ediyor. Toplum ile siyaset yapanların karşılıklı etkileşimi siyasi faaliyetlerin seviyesine, şekline doğrudan etki yapıyor. Siyasetçiler ile toplumsal etkileşim bürokrasiyi ve kurumların işleyişini etkiliyor. Siyaset toplum kaynaklarının nasıl kullanılacağına karar veriyor. Kaynaklar toplumun geneline veya toplumun içinde belli grup, kişi ve anlayışların yararına olacak şekilde bu kararlarla belirleniyor. Bu gün için ülkemizde kaynaklar toplumun genelinden ziyade belli kişi ve zümrelere hizmet edecek şekilde kullanılıyor. Kamu ihaleleri bunun en somut göstergelerinden birisi. Kamunun kaynakları her ne kadar belli kişi ve zümrelere hizmet edecek şekilde kullanılsa da bu kaynaklar sadece o kişi ve zümrelerin elinde kalmıyor. Kaynakları dağıtan siyasi irade ile kaynakları almış gibi görünenler arasında son aşamada karşılıklı bir menfaat bölüşümü oluyor. Siyasi irade kaynakları belli kişi ve zümrelere dağıtırken dolaylı yoldan bu kaynaklar siyasi iradeyi elinde tutanlara dönüyor. Bu dönüşüm karşılıklı menfaat üretimi oluşturan bir sistemi doğuruyor. Sistem istenen sonucu verdiği sürece işlemeye devam edecek gibi görünüyor. Sistem bir kısır döngüye dönüşmüş durumda . Bu nedenle kısa vadede değişmesini beklememek gerekiyor. Toplum kendisinden çok belli kişi ve zümrelerle menfaat paylaşımına giren siyasi irade sahiplerinin farkına varamadığı sürece kısır döngüden çıkabilmek mümkün değil. Kamu kaynakları uzun bir süre daha bu şekilde bölüşülüp paylaşılmaya devam edecek gibi görünüyor.
Kısır döngünün bozulması için gerçek anlamda toplumu düşünen bir yönetim oluşturulması gerekiyor. Toplum içinde tüm insanları kapsayacak bir ortak hedef oluşturulması bir başka gereklilik. Hedef doğrultusunda işleyen yönetim etkin bir denetimle desteklendikten sonra var olan sorunlara hassasiyetle yaklaşılması gerekiyor. Adalet bu işleyişin her aşamasında geliştirilip güçlendirilmesi gereken temel bir değerdir. Adaletin değeri toplumun her kişi, kurum ve birimince anlaşıldığı gün istenen yapı ve işleyiş de oluşturulmaya başlanmış olacaktır. O zamana kadar yağmaya seyirci kalmaya devam edeceğiz gibi görünüyor.

Muhalifbakış
                                                                 izmirmuhammedali@gmail.com


Çatışmacı Söylem, Seçimler, HDP ve MHP


Seçimler yaklaşırken seçim meydanları da büyük bir hızla kızışmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı her zamanki performansını ortaya koyarak gitmedik il bırakmayacak gibi görünüyor.
Cumhur ittifakı adı altında oluşturulan koalisyona karşı Millet ittifakı olarak karşı bir koalisyon oluştu. HDP bunların ikisi tarafından da kolaylıkla kabul edilemiyor. Cumhur ittifakı HDP’yi Milli ittifakın içinde göstermeye çalışarak adeta milletin gözünde şeytanlaştırmaya çalışıyor. HDP yöneticilerinin geçmişte dile getirdiği söylemleri meydanlarda kullanarak HDP=PKK durumuna getirmeye çalışıyor. PKK terör örgütünün toplumun büyük çoğunluğunun gözündeki kötü durumunu kendi lehinde bir araç olarak kullanmaya çalışıyor. Millet ittifakı da HDP ile aynı pozisyonda bulunduğunu açık bir şekilde ifade edemiyor. Perde arkasında HDP ile Millet ittifakı arasında bir işbirliği olduğu kesin.
Cumhur ittifakı ile HDP arasında bir yakınlığın olması mümkün değil. HDP Türkiye yasalarına göre kurulmuş olan ve varlığını devam ettiren bir parti. Bu yönüyle HDP=PKK demek tam olarak doğru olmaz. Ancak HDP ile PKK arasında bir bağın olmadığını da söylemek yine aynı şekilde doğru olmaz. HDP ülkede beş milyondan fazla oy alan bir parti. Bu partiye oy veren milyonlarca insanı PKK’lı diye kabul etmek doğru olmaz. HPD bir yönüyle MHP’nin karşısında yer alan bir parti. MHP’nin yaptığı Türk milliyetçiliği HDP’yi doğurmuş durumda. Onlar da Kürt milliyetçiliği yapıyorlar.
Türk milliyetçiliği yapılabilir ancak Kürt milliyetçiliği yapılamaz demek sözden ileri bir anlam taşımamaktadır. Sonuçta insanlar milliyetlerini seçemiyorlar. Herkes kendi milliyetini sevmekte özgür ise Türk Milliyetçiliği yapılabilir ancak başkaları bunu yapamaz demek kendi içinde bir çelişki taşıyor. Burası Türkiye, dolayısı ile bu memleket bizim, buna göre biz Türk Milliyetçiliği yapabiliriz demek de doğru olmaz. Zira bu ülkede doğup büyüyen herkes bu memleketin bir üyesi olarak burada yaşama hakkına sahip. Türkiye’de isen Türksün diye bir söylemi de herkes tarafından kabul edilmek zorunda olan bir önerme olarak ileri sürmek de doğru değil. Ülkenin her yerinde yaşayan insanlar doğup büyüdükleri toprakların sahibi konumundalar. Bu nedenle ülke içinde bir milliyetçilik anlayışını her noktaya aynı şekilde sunabilmeniz mümkün de değil. Sunsanız dahi bunu kabul eden insan sayısı oldukça az. Yaşadıklarımız bunun gerçekliğini gösteriyor. Kürt diye bir milliyet olmadığı için Kürt milliyetçiliği de yapılamaz iddiasını ileri sürmek de yine çok anlamlı ve kabul edilebilir bir argüman değildir. Sonuçta insanların hisleri söylenenlerle ne kadar değiştirilebilir? His, duygu, düşünce zorlama ile, dayatma ile değiştirilebilecek bir şey değil.
Bu çerçevede milliyetçilik siyaseti üzerinden toplumda birlik beraberlik duygusunun geliştirilmesinde önemli sorunların olduğu görülüyor. MHP’nin söylemleri sadece kendisinin güçlü olduğu yerlerle sınırlı kalırken aynı şekilde HDP’nin söylemleri de yine onların güçlü olduğu yerlerle sınırlı. Seçimlerde de bu durum açıkça görülüyor. MHP ülkenin büyük çoğunluğunda yok hükmünde iken HDP de yine benzer şekilde sınırlı yerlerde varlığını ortaya koyabiliyor. Her iki grup bir araya gelerek ülkenin menfaatleri doğrultusunda birleşemiyorlar.
Çatışmacı bir söylem, siyaset ve davranış anlayışı karşılıklı cepheleşmeyi getiriyor. Cepheleşme mücadeleyi getiriyor. Mücadele ise zamanla karşısındakine karşı mevzi kazanma çabasını doğuruyor. Kim kimi yenecek hale gelirse hakimiyet ona geçecek gibi bir anlayış doğuyor. Bu ülkenin menfaatine, yararına bir durum değil. Bu çerçevede bu seçimlerde yapılan bu propaganda doğru bir propaganda gibi görünmüyor. Bu söylemi en çok cumhurbaşkanı kullanıyor. Dolayısı ile yanlışı yapan cumhurbaşkanı olunca söylenecek fazla bir şey bulmak zorlaşıyor. Cumhurbaşkanı bu söylemi ile MHP’yi yanında tutuyor. MHP ile AK PARTİ/AKP arasında işbirliğinin aracı olarak bu söylem kullanılıyor. MHP’nin cumhurbaşkanının yanında yer alması özellikle mecliste hükümetin elini güçlendiriyor. Bu işbirliğinde MHP de kendince kazanımlar elde ediyor. MHP oy oranı itibariyle elde edemeyeceği bir güce bu işbirliği sayesinde ulaşmış oluyor. Bu işbirliği şimdilik belli bir başarı kazanmış gibi görünmekle birlikte kalıcı olmayacaktır. Siyasi alanda var olan bu işbirliği geçici bir işbirliği olmak zorunda. Geçmişte işbirliği yapan bu iki parti birbirlerine söylemedik söz, etmedik hakaret bırakmamıştı. Geçmişteki düşmanlık bugün işbirliğine dönmüş durumda. Bu işbirliği de ileride değişecektir. Bu nedenle söylenen sözlere her zaman dikkat etmek gerekiyor. Bu konuda sayısız sözler söylenmiş.
Önümüzdeki yerel seçimler bu yönüyle önemli. Çatışmacı siyasi söylemin toplum tarafından ne kadar kabul edileceğinin ölçüleceği bir sınav olacak. Bu sınavda kim kazanacak kim kaybedecek bekleyip göreceğiz ancak ülkenin bundan kazanç sağlamayacağı kesin.

Muhalifbakış
                                                       izmirmuhammedali@gmail.com

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...