Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e uzanan süreçte din toplumda önemli bir değer olarak var olmaya
devam etti. Toplumda din duygusu tarihten gelen kültürel yaşamın bir parçası
olarak toplumsal kodlarımıza işlemiş durumda. Din duygusunun kökenine dair dile getirilen
pek çok teori var. Teoriler olduğu için din duygusu yok, teoriler var olan duygunun
kaynağını, gerekçesini betimlemeyi, açıklamayı amaçlıyor. Geçmişte var olan din
duygusu toplumu oluşturan bireyleri motive etme, mevcut iktidara olan
bağımlılığı, mevcut iktidarın meşruiyetini temin amaçlı olarak varlığını
sürdürdüğü gibi bu kapsamda var olması için iktidarlar tarafından da
desteklendi.
Osmanlı
tarihinde devasa camilerin varlığı her ne kadar yönetimin dindarlığı, şeriata
güçlü bağlılığın göstergesi olarak algılansa da tarih boyunca devleti
yönetenlerin veya yönetimde etkili olanların dindarlıkla çelişen
uygulamalarının yaygınlığına bakınca bu algının tam olarak doğru olmadığı
iddiası hiç de yabana atılır bir iddia değildir. Devletin en güçlü olduğu
dönemlerden güç kaybı yaşandığı dönemlere kadar din kavramı her zaman etkin bir
değer olarak görülmekle birlikte yaşananlara bakılınca dinin geleneksel yaşam
biçiminden ileri gitmeyen uygulamalarla sınırlı olduğu söylenebilir. Din güçlü
bir değermiş gibi devlet yönetiminde kabul edilmekle birlikte gerçekte dine
aykırı veya çelişen, uymayan uygulamalar dindarlık kılıfına bürünmüş din dışı
bir hayatın varlığının gün geçtikçe büyümesini getirmiştir. Din dışı hayatın
dindarlık kılıfının içinde gelişip büyümesi güç kaybına uğrayan devletin
yaşadığı sorunlara çözüm üretmeye çalışanlarda dine düşmanlık duygusunun da
gelişmesine neden olduğu söylenebilir. Avrupa’da dine yönelik bakış da bu
duygunun güçlenip kökleşmesine neden olmuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde
ortaya çıkan pozitivist bakış açısının gittikçe yaygınlaşmasının da bir sonucu
olarak Osmanlı yenileşmecileri dinden uzaklaşmanın yenileşmeye katkı
sağlayacağı öngörüsü ile hareket ettiler. Bu anlayış Cumhuriyete de tevarüs
etti.
Cumhuriyet,
geçmişte kötü gidişe çözüm üretme iddiasında bulunan gruplardan batılılaşma,
çağdaşlaşma taraftarlarının güç kazandığı bir dönem olarak ortaya çıktı. Çağdaşlaşma,
batılılaşma anlayışı geçmişte devletin önem verdiği din değerini ikinci plana
hatta çok daha geri planlara attı. Görmezden geldi. Uzun süre dini değerleri
düşman olarak kabul eder hale de geldi. Kabul eder göründüğü dönemlerde de
siyasi endişelerle ikiyüzlü bir anlayışla araç olarak kullanmaktan öte gitmedi.
Çağdaşlaşma, batılılaşma anlayışı dini görmezden gelirken toplumu da kendi anlayışına
uygun bir dönüşüme tabi tutmaya çalıştı. Bu dönüşümü bazen zorla bazen de perde
gerisinden kullandığı araçlarla sağlamaya çalıştı. Osmanlı toplumunun görünürde yoğun dindarlık anlayışı
yıkılışının bir gerekçesi gibi algılandı veya sunuldu. Dönemin yöneticilerinin
dine uzak bakış açıları yönetimin de genel olarak dinden uzak uygulamaları
destekler duruma gelmesine yol açtı. Toplumsal dönüşüm projeleri de genel
olarak dinden uzaklaştırıcı bir çerçevede ele alındı.
Toplumun
bu dönüşüm programına tam olarak destek verdiğini söylemek zor. Cumhuriyetin
ilk günlerinden itibaren uygulanmaya çalışılan dönüşüm programı itirazla,
direnişle karşılaştı. Farklı gruplaşmalar ortaya çıkarak uygulamalara muhalefet
edecek güç odakları oluşturulmaya çalışıldı. Devleti yönetenler de bu güç
odaklarının içinde yer alanları kendisine düşman olarak gördü. Toplum içinde
devletin temsil ettiği ve uygulamaya çalıştığı dönüşüm programını temsil
edenlerle buna direnenler arasında sürekli bir mücadele yaşanmaya başladı. Bu mücadeleyi
Cumhuriyetin ilk günlerine kadar götürmek mümkündür. Toplumun içinde bir taraf
devletin dönüşüm programını hastalıklara tedavi olarak görüp bunu kabul
etmeyenlere acı bir ilaç gibi dayatırken bir başka grup da bu dayatmalara karşı
direnmeyi seçti. Dayatanlar ile direnenler arasındaki mücadele dozunu, şeklini,
zeminini değiştirmekle birlikte her zaman devam etti.
Cumhuriyetin
ilanı sonrası uzun bir süre tek parti yönetim anlayışı yönetime hakim oldu. Tek
parti dönemi dayatmacı zihniyetin en güçlü olduğu dönemdi. Çok partili hayata
geçişle birlikte dayatmacı zihniyet yavaş yavaş güç kaybetmekle birlikte
2000’li yıllara kadar devam etti. Bu süreçte devlet kademelerinin hemen her yeri
devletin istediği, desteklediği anlayışa sahip kişilerden oluştu. Siyaset,
bürokrasi, yürütmenin önemli basamakları, ekonomi, yargı, akademik dünyanın
büyük çoğunluğu başlarda tamamen dayatmacı anlayışta iken zamanla siyasal,
ekonomik ve toplumsal hayatın içinde güç kazanan direnenler gelişmeye
başladılar. Dayatmacı zihniyet zamanla toplum nezdinde güç kaybetmeye başladı.
Yapılan uygulamalar toplum tarafından hoş karşılanmamaya başladı. Dayatmacı
zihniyetin karşı tarafı kötüleme, şeytanlaştırma çabaları toplumda kabul
görmedi. 2002 yılında yaşanan siyasal değişim sonrası güç dengesi değişmeye
başladı. İktidara gelen AK PARTİ/AKP ilk zamanlar varlık/yokluk mücadelesi
verdi. Bu süreçte toplum desteğini çekmedi. Tersine her dönem arttırdı. Güç
dengesi özellikle 2010 sonrası büyük oranda tersine döndü.
Geçmişte
yok sayılan veya yok edilmeye çalışılan ya da görmezden gelinen din ve dine
dair argümanlar toplumun büyük kesimi tarafından dini inkar olarak algılandı. Toplumda
dine sahip çıkanlar ve dine karşı çıkanlar şeklinde gruplaştı. Bu gruplaşma
karşılıklı mücadeleyi, güvensizliği getirdi. Cumhuriyetin ilk günlerinden
itibaren iktidarı eline geçiren taraf dini argümanları inkar eden veya en azından
görmezden gelen taraftı. Bu taraf karşı cepheyi önceleri kolaylıkla kontrol
altında tutabiliyordu. Zamanla ortaya çıkan toplumsal, siyasal, ekonomik,
eğitsel pek çok değişim karşı cephede yer alan grubu güçlendirdi. Gücü elinde
bulunduranların yaptığı hataların sonucunda denge tersine döndü. Bu dönüşüm
özellikle 1980 sonrası oldukça hızlı bir şekilde oldu. 1990’lardan itibaren
denge tersine döndü. Özellikle 28 Şubat 1997 sonrası dini grup ve anlayışlara
yönelen yoğun şiddet güç sahibi cephenin gücünü yitirmesine de yol açtı. 2000’li
yıllardan itibaren tersine bir denge oluşmaya başladı.
İçinde
bulunduğumuz dönemde din geçmişe göre önemli bir değer olarak görülüp
gösterilmeye çalışıldığı söylenebilir. Bu durum iktidarı elinde bulunduranlar
tarafından da desteklenmektedir. İktidarda bulunan kişilerin dini
hassasiyetlerle hareket ediyor görünmesi toplumda da dini değerlerin daha
görünür hale gelmesine neden olmaktadır. Devlet ve iktidarın sahip olduğu
imkanlar menfaat peşinde koşanları da bu yönüyle etkilemektedir. Ülkemizde
devlet/kamu en büyük kaynak dağıtım aracıdır. Mevcut kaynaklara kolay ulaşma isteği
kişilerde iktidara yaklaşma ihtiyacını doğururken dini değerler de bu aşamada
araç haline dönüşmektedir.
Bu
dönemde iktidar toplumda var olan muhafazakar değerleri kendi hanesine artı
puan yazabilme adına dini argümanları çok daha yoğun kullanmaya başladı. Geçmişte
yok sayılan imam hatiplileri dindar nesil yetiştirme adına bu dönemde ön plana
çıkarmaya, bu tür okulları her kademede yaygınlaştırmaya çalışılıyor. Ancak bu
dönemde geçmişte yapılan hatanın tersi yönde bir hata işlenmeye başlandı. Bu
dönemde de ihtiyaçlar ve istekler dikkate alınmaksızın herkese imam hatip
okulları sunulmaya başlandı. İmam hatipli olmak iktidar nezdinde bir artı değer
olarak görülür hale geldi. Geçmişte inkar edilen dini değerler bu dönemde
gereğinden fazla ön plana çıkarılmaya başlandı. Bu durum istismar düzeyine dahi
ulaştı dense yanlış olmaz. Dini inkardan istismara savrulan bir anlayış ülkede
yine birlik ve beraberliği sağlamaktan oldukça uzak görünüyor. Uçtan uca
savrulmaktan çok dengeli bir toplum yapısının oluşması gerekiyor. Dengeli bir
toplum yapısının oluşabilmesi ise ehliyet, liyakat, adalet ilkelerinin başta
yönetim olmak üzere her yerde ön plana alınmasını gerektiriyor. Uzun iktidar
döneminde bu değerlerin gerektiği gibi ön plana alındığını söylemek şu an için
mümkün görünmüyor. Yakın gelecekte olur mu zaman gösterecek. Umalım ki toplum
bir an önce bu değerler etrafında birlik beraberliğe ulaşmanın yolunu
bulabilsin. O zamana kadar vakit kaybı yaşamaya devam edeceğiz gibi görünüyor.
Muhalifbakış
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder