20 Ağustos 2024 Salı

Kök Sorun: Yönetim Sorunu


 

Yönetim kavramının bilimsel bir anlayışla ele alınmaya başlaması oldukça yenidir. Yönetim, insanlığın var olduğu andan itibaren var olan bir olgu olmakla birlikte bilimsel anlayışla var olması yeni. Bilimsel anlayışla ele almak mevcut bilginin sistematik bir şekilde düzenlenmesini gerektiriyor. Yönetimin bilimsel bir anlayışla ele alınması çağdaş bir yaklaşım olarak kabul ediliyor.

Ülkemizde yönetim olgusunun bilimsel anlayışla ele alındığını söylemek zor. Yönetim faaliyeti toplumsal bir faaliyet olarak herkesi ilgilendirir.

Yönetim konusunda üniversitelerde farklı bölümler kurulmuş. Bu bölümler aracılığıyla dünyadaki yönetim bilimi üzerine çalışmalar takip edilmeye çalışılıyor. Kamu yönetimi, işletme, yönetim ve bilişim, eğitim yönetimi gibi bölümler bu şekilde kurulmuş bölümlerden bazıları. Bilimsel anlamda yönetim faaliyeti üzerine çalışmaların olması o toplumda yönetim anlayışına dair net bir fikir birliği olduğu anlamına gelmiyor. Bilimsel yönetim son yüz-iki yüz yıl içinde ortaya çıkmış bir anlayış. Bu anlayış batıda ortaya çıkmış ve halen batıda yapılan çalışmalarla kendine yön çiziyor.

            İçinde yaşadığımız toplumda pek çok alanda olduğu gibi yönetim alanında da bilimsel gelişmelere göre hareket etme kültürü halen gelişebilmiş değil. Bilimsel bakış açısının gelişmediği her kültürde olduğu gibi bizde de kişilerin anlayış ve inançlarına bağlı, günün şartlarına göre şekillenen bir işleyiş düzeni mevcut. Bilimsel bakış açısı akla dayalı bir temele oturuyor. Akla dayalı bir temel ise belirli ilke ve kurallara göre hareket etmeyi, öngörülerin muhtemel sonuçlarına göre alternatifli olarak planlanmasını gerektiriyor. Kaynakların buna göre ayrılmasını, planlara mümkün olduğunca uyulmasına gerekliliği getiriyor.

            Günün şartlarına göre yaşayış uzun dönemli bir yaşayış değildir. Günlük acil ihtiyaçlar neyi gerektiriyorsa öyle davranılır. Kişiler genelde bu şekilde yaşamaya eğilimlidir. Uzun dönemli düşünce öğrenilebilir bir beceridir.

             Siyasetçiler genelde devlet geleneğimizin 2500 yıllık bir geçmişe sahip olduğunu iddia eder. Tarihi süreç içinde zincirleme bir şekilde 2500 yıllık bir tarihi geçmiş söylemi bulunmakla birlikte tüm bu süreci tek bir çizgi olarak görmek oldukça zordur. 2500 yıl boyunca farklı coğrafyalarda, farklı isimlerle varlığını sürdürüyor gibi görünse de bütünüyle tek tip bir anlayıştan, gelenekten, kültürden, sistemden söz edilemez.

            Günümüze en yakın dönem olarak Osmanlı ele alındığında 600 yıllık tarih içinde de benzer şekilde bir köklü gelenek bulunmamaktadır. Geçmişten itibaren etkileşimde bulunulan İran, Arap, Bizans kültürlerinden tevarüs edilen devlet yönetim düzenlerinden seçilerek kullanılan uygulamaları kendi öz kültürümüzün ürünü olarak saymak yanlış olur. 2500 yıllık dönem boyunca geliştirilen bir yönetim sistemi yerine günün şartlarına göre bulunulan coğrafyada mevcut işleyiş düzeninden yararlanılarak geliştirilen uygulamalardan söz etmek daha doğru olur. Bu ise köklü bir yönetim geleneği anlamına gelmez.

            Geçmişten beri yönetim erkini ele geçirenlerin kişisel anlayışlarına göre günübirlik kararlarla yönetim uygulamaları hayata geçirilmiştir. Bu uygulamalar sistemli bir kurumsal işleyişe dönüşememiştir. Kişilere bağlı uygulamalar kişilerin yönetimden uzaklaşması ile birlikte sona ermiştir. Kişilerde görülen zayıflık devlet kurumunun da zayıflamasına neden olmuştur. Zayıf yöneticilerin gücü en yakında bulunan fırsatçılar tarafından istismar edilir hale gelmiştir. Kurumsallaşamayan devlet yönetim uygulamaları topluma hizmet etmekten çok gücü eline geçiren zümrelere hizmet eder hale gelmiştir. Bu ise toplumun geniş kesimlerine hizmet etmesi gereken yönetim sistemini menfaat gruplarının eline geçmesine neden olmuştur. 600 yıllık uzun süre içinde dünyada kurulan yeni sistem oturuncaya kadar Osmanlı’yı yönetenler de bilinçsiz bir şekilde kendilerince çözüm üretmeye çalışmışlarsa da kişilere bağlı yönetim anlayışında değişiklik olmaması nedeniyle olması gereken dönüşüm sağlanamamıştır. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte yeni bir yönetim anlayışı geldiği iddialarının aslı yoktur. Cumhuriyet, kendinden önce var olan menfaat gruplarına hizmet eden devlet sisteminde köklü dönüşümler gerçekleştirememiştir.

Devletin gücünü eline geçirenler bu gücü toplumun tümünün hizmetine sunmak yerine geçmişteki gibi belirli zümrelere yarar sağlayacak şekilde kullanmayı tercih etmişlerdir.

            Mevcut iktidar 20 yıl boyunca devleti çağın getirdiği değerlere göre yeniden dizayn etmek yerine kendi eliyle oluşturduğu zümrelere hizmet edecek şekilde kullanmayı tercih etmiştir.

            Çağın getirdiği yönetim değerlerine bakıldığında kurumsal bir işleyiş düzeninin olduğu görülür. Bu işleyiş düzeninin toplumun tüm kesimlerine yönelik olarak kullanılması gerekir. Kararlar alınırken toplumun geniş kesimleri dikkate alınır. Toplumun yararını önceleyen bir işleyiş düzeni vardır. Toplum adına yönetim faaliyetlerini sürekli denetleyen meclis gibi, basın gibi güçler vardır. Sürekli birbirini denetleyen bir sistem kurulmuştur.

            Ülkemizde yaşanan pek çok sorunun kaynağında çağın gerektirdiği bir yönetim sisteminin halen bizde kurulamamış olması bulunmaktadır. Ekonomik, sosyal, siyasal, eğitsel sorunlar, gelişmeyi destekleyecek bir yönetim sisteminin kurulamamış olması nedeniyle her geçen gün daha da derinleşmektedir.

           

 

 

Mehmet Ali DEMİR

Muhalifbakış

izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 

19 Ağustos 2024 Pazartesi

İmam Hatip Okulları ve Din Eğitimi Tartışmaları


 

İmam Hatip Liseleri ülkemizde en çok tartışılan okul türlerinin başında gelmektedir. İmam Hatip Okulu kavramı Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkarılmış olan Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla dini hizmetlerin yerine getirilmesinde görev yapacak memurların yetiştirilmesi amacıyla açılması planlanan okullar çerçevesinde açılmıştır.

Bu kanunun 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe girmiş olmasına rağmen metinde açılacağı söylenen okullar kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte geçmişteki bazı okullardan dönüştürülerek açılmakla birlikte kısa bir süre sonra 1930 tarihinde tamamen kapatılmıştır. 1948 yılında kurslar şeklinde yavaş yavaş dini hizmetleri yürütecek memurlar yeniden yetiştirilmeye başlanmış ve 1951 tarihinde İmam Hatip Okulları adıyla kanunun gereği açılacağı taahhüt edilen okullar açılmaya başlanmıştır.

1951 sonrası dönemde bu okulların sayısı zaman zaman değişen hızlarla, farklı yöntemler kullanılarak artmıştır. İmam Hatip Okullarının açılış sürecinden itibaren bu okullara yüklenen anlam toplumda farklı farklı olmuştur. Bundan dolayı da bu okullar her zaman tartışılmıştır. Bu okulların sayısını artırmak isteyenlerle azaltmak isteyenler arasında yaşanan tartışmalarda her iki taraf da birbirine karşı suçlayıcı bir yaklaşım sergilemiştir.

Okulların sayısını artırmak isteyenler bu okullarda dini eğitim verildiğini, dini eğitimin anayasal bir hak olduğunu iddia etmişlerdir. Okulların sayısını azaltmak isteyenler ise bu okullarda dini hizmetlerde görev yapacak memurların yetiştirileceğini, dini hizmetleri yürütecek memur sayısına göre okullara alınacak öğrenci sayısının kısıtlanmasını, kız öğrencilerin ise bu okullara hiç alınmaması gerektiğini iddia etmişlerdir.

İmam Hatip Okulları üzerinde yaşanan tartışmalar Cumhuriyetin ilanı sonrası yapılamayan toplumsal tartışmaların da yeniden gündeme gelmesine neden oldu.

            Cumhuriyet, toplumsal dönüşüm projesi olarak toplumu kültürel olarak tamamen dönüştürmeyi hedeflemişti. Toplumun geçmişten beri getirdiği kültürü tamamen batı kültürü temeline oturtarak dönüştürmek ve bu dönüştürmeyi de zorla yapmayı tercih etti. Cumhuriyet rejimini zora dayalı bir anlayışla topluma dayatmayı tercih eden iktidar seçkinleri uzun süre toplumsal itirazları görmezden geldi ve bastırdı.

            Topluma yapılan dayatmalar 1946 çok partili hayata geçiş tarihine kadar bütün hızıyla ve gücüyle devam etti. 1946 sonrası çok partili hayata geçişle birlikte girilen yeni yol artık geçmişteki dayatmacı zihniyetin sürdürülmesini de imkansız hale getirmiş oldu. Çok partili hayata geçişle birlikte toplumsal talepler daha fazla dikkate alınmaya başlandı. Bu süreçte de yönetime talip olanlar, toplumu memnun edecek adımları atarak iktidara sahip olma çabasına girdiler.

            Cumhuriyeti kuranlar seçkinci bir anlayışla tek parti iktidarında toplumun isteklerini görmezden gelirken toplumla yönetim arasında çatışmacı bir işleyiş düzeni kuruldu. Zamanla toplumu dönüştürme projesini destekleyenlerden oluşan seçkinci zümre toplumda hakim güç noktalarını da ele geçirdi. Dönüşüm projesini destekleyenlerin sayısını artırmaya yönelik pek çok projeler, faaliyetler, girişimler, düzenlemeler yapıldı. Millet mekteplerinin açılması, köy enstitülerinin kurulması, dil ve tarih kurumlarının kurulması, anayasal ve yasal düzenlemeler yapılması, basına, üniversiteye yönelik düzenlemeler, batıdan uzmanlar getirilerek planlar, programlar ve projeler hazırlatılması gibi pek çok çalışma bu kapsamda sayılabilir. Bu çabaların sonucunda toplumda yeni sistemi destekleyen bir grup oluştu. Seçkinci yönetim anlayışının kurduğu düzende toplumun bir kesimi ile yönetim yabancılaştı.

            Çok partili hayata geçiş süreciyle birlikte toplumun büyük çoğunluğunda Cumhuriyeti kuran ve uzun süre devleti tek parti anlayışıyla yöneten anlayışın iktidarı bırakıp bırakmayacağı konusunda şüpheler vardı. Buna rağmen çok partili hayata geçiş önemli bir kriz yaşanmadan başarıldı. Bununla birlikte çok partili hayata geçiş toplum-devlet ilişkilerinde, toplumun devlet yönetimine katılım anlayışında fazla bir şeyi değiştirmedi dense yanlış olmaz. Çok partili hayata geçişle birlikte geçmişte var olan dayatmacı devlet anlayışında kısmi bir yumuşama olsa da toplumun yönetime katılımını sağlayacak yapıların gelişiminde fazla bir değişiklik olmadı. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte egemenliğin millete geçmesi iddiaları söylemden öte geçemedi.  

            Çok partili hayata geçişle birlikte organize olarak güçlü bir şekilde sesini iktidara duyurabilenler iktidarı daha kolay etkilemeyi de başardılar. Özellikle tek parti döneminde iktidara mesafeli duran gruplar bu süreçte daha etkin olmaya, iktidarı isteklerine göre faaliyette bulunmaya zorlamaya başladılar. Bu durum tek parti iktidarının sağladığı avantajı kullanarak gücü eline geçirmiş olanlarla yeni dönemde etkinlik kazanan gruplar arasında uzun süreli çatışmayı getirdi. Bu çatışma sürecinde 1960’tan itibaren on yılda bir askeri ihtilaller yaşandı. Bu çatışma sürecinde İmam Hatip Okulları her zaman başlıca tartışma konusu olarak dile getirilmekteydi. İmam Hatip Okulları yönetim tarafından adeta ayak sürünerek, zorla desteklenen okullardı. Mezunları her zaman sınırlanmaya çalışılıyordu. Bu okullar uzun süre yönetime rağmen halk tarafından kurulan, ayakta tutulan okullar olarak kaldı. Bu arada 1973 yılında yapılan yasal düzenlemelerle İmam Hatip Okulları İmam Hatip Liselerine dönüştü. Artık İmam Hatip Liseleri meslek liseleri kategorisi içinde yer alan okullar haline gelmiş oldu. Buna rağmen bu okulların işlevine, giren ve mezun olan öğrencilerin sayılarına ve cinsiyetlerine ilişkin tartışmalar yine devam etti.

Her on yılda bir yaşanan ihtilaller toplumda yeni güç odaklarını adım adım güçlendirirken eski güç odaklarını da geriletti. En son 28 Şubat 1997’de yaşanan post modern darbe ile birlikte eski güç odakları son mermilerini de kullandılar. Cumhuriyet tarihi boyunca söylem bazında eski güç odakları tarafından eleştirilen pek çok konuda kararlar alınarak bunlar yeniden istenen şekilde hayata geçirilmeye çalışıldı. 2002 seçimleri eski güç odaklarının tüm cephelerde yenilmesiyle sonuçlandı. Toplumda eski dönemden gelen tüm uygulamalara yönelik eleştiriler getiren yeni iktidar, 2002 seçimleri ile birlikte bir yönüyle tamamen çok partili hayata geçişle birlikte varlık alanına çıkma imkanını kazanan yeni güç odaklarının galibiyetinin tescillendiği bir seçimle iktidara gelmiş oldu.

Yeni iktidar dönemi ile birlikte İmam Hatip Liselerinin yıldızı da en azından iktidar nezdinde parlamaya başladı. Geçmişte yok sayılan, sayıları sürekli sınırlanmaya çalışılan bu okullar yeni iktidar döneminde ayrıcalıklı okullar haline getirilmeye çalışıldı. İmam Hatip mezunları tarafından oluşturulan sivil toplum kuruluşları Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yaparak bu okulların sayılarının artışı il il, ilçe ilçe takip edilmeye, bu okullara kayıtlı öğrencilerin sayılarının artırılmasına yönelik pek çok teşvikler ve ayrıcalıklar sağlanmaya başlandı. En başarılı öğrencilerin gittiği Fen Liselerine alternatif projeler uygulayan İmam Hatip Liseleri açılarak bu kategorideki öğrencilerin de bu okullarda tutulmasının yolları bulunmaya çalışıldı. İmam Hatip Liseleri bünyesinde İmam Hatip Ortaokulları açıldı. Bu okullara adres sınırlaması olmaksızın her yerden ve sınavla öğrenci alma imkanları verildi. İmam Hatip Liseleri ve ortaokullarındaki derslerden bir kısmı tüm okullarda seçmeli olarak okutulmaya başlandı. Bir yönüyle adeta tüm okullar İmam Hatip Okullarına dönüştürülmüş gibi oldu. Bu okulların öğrenci sayıları diğer okullara göre daha düşük tutulmaya çalışıldı. Tüm bu çabalara rağmen İmam Hatip Liseleri ve ortaokulları beklendiği gibi büyük bir nitelik ve nicelik patlaması sağlamış değil. Fen Lisesi programı uygulayan sınavla öğrenci alan okullar dışındaki sıradan İmam Hatip Liselerinin nitelik olarak üst düzeyde olduğu söylenemez.

İmam Hatip Liselerinin geçmişte yok sayılmasına karşın bu iktidar döneminde yıldızının parlamış gibi görünmesi bu okulların tartışılmasını tamamen bitirmiştir denemez. Milli Eğitim sisteminin içinde yer alan bir okul türünün yok sayılması ne kadar yanlış ise ayrıcalık sağlanması da aynı derecede yanlıştır. İmam Hatip Okulları geçmişte Cumhuriyet projesine uymayan insan tipi yetiştirdiği suçlaması ile karşı karşıya kalmaktaydı. Bu dönemde ise iktidarın dindar nesil yetiştirme projesinin bir gereği olarak bu okullara sahip çıktığı düşünülebilir.

İmam Hatip Okullarının bu tartışmalı pozisyonunun bu okullara fayda sağladığı söylenemez. Geçmişte yok sayıldığı dönemde bu okullarda okuyanlarda var olan misyon ve idealizmin bugün aynı şekilde bu iktidar döneminde de devam ettiğini söylemek zor. Geçmişte yok sayılmanın verdiği mücadele azmi bu iktidar döneminde yerini rehavete terk etmiş gibi görünüyor. İktidar tarafından destekleniyor olmak toplum içinde iktidara karşı olan gruplar tarafından da hedef durumuna düşülmesine neden oluyor. İktidarın attığı her yanlış adım imam hatip okullarına yönelik algının olumsuzlaşmasına katkı sağlayan bir unsura da dönüşüyor.

İmam Hatip Okullarının toplumdaki algısı yasal çerçevenin çok dışında olduğu anlaşılıyor. Yasal olarak dini hizmetleri yürüten personel yetiştirme misyonu yerine toplum bu okullara dini eğitim veren kurumlar misyonunu vermiştir. İmam Hatip Okullarının dini eğitim verme misyonunu ne derece yerine getirdiği hususu üzerinde ayrıca durulması gerekiyor. Buna rağmen Cumhuriyet tarihi boyunca toplum İmam Hatip Okullarına gönderdiği çocuklarını dini hizmet yürüten personel olsun diye göndermemiştir. İmam Hatip Okulları toplumun dine yüklediği anlama karşılık veren tek alternatif olması hasebiyle toplum tarafından sahiplenilmiştir. Farklı din eğitimi veren alternatif kurumlar olmayınca toplum tek seçenek olarak bu kurumlara yönelmiştir.

İmam Hatip Okulları geçmişte yok sayılmadan kaynaklanan bir nedenden dolayı din eğitimini ne derece verdiği hususu üzerinde sorgulanmazken bu gün iktidar desteği nedeniyle yine aynı konuda sorgulanmamaktadır. Oysa ülkemizdeki din eğitimi veren kurumların din eğitimi verme nitelikleri itibariyle mutlaka sorgulanması, değerlendirilmesi gerekmektedir.

Din eğitiminin niteliğine dair art niyetli olmayan tartışmaların yapılması toplumdaki doğru din algısının gelişmesine de olumlu katkı sağlayacaktır. Buna da her zamankinden çok bugün daha fazla ihtiyaç vardır.

           

 

 

Mehmet Ali DEMİR

Muhalifbakış

izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 

2 Ağustos 2024 Cuma

Tarikat ve Cemaatlere Gerek Var mı?


 

Genel olarak dile getirilen bir soruyu sık sık duyarız. Allah’ımız bir, Kur’an’ımız bir, peygamberimiz bir, buna rağmen neden bu kadar çok cemaat ve tarikat var?

Bu soru üzerinde kafa yoranlar değil ancak şaşıranlara şaşırmak gerekir. Tarikat ve cemaat kavramları toplumsal gruplaşma türlerinden bir kaçıdır. Toplumda insanlar tek tek yaşamazlar. Toplumsal hayata yönelik sosyoloji, sosyal psikoloji gibi bilim dalları toplu halde yaşayan insanlara yönelik çalışmalar yapar. Toplum içinde formal ve informal grupların varlığı konusunda çalışan bilimler toplumdaki bu gruplaşmalara şaşırmaz. Bunları anlamaya çalışır. Toplumsal hayatın kendi içinde kuralları ve işleyiş düzenleri vardır. Bu yönüyle tarikat ve cemaat türü yapılanmaları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul etmek daha doğru olacaktır.

Toplu halde yaşayan insanların oluşturdukları gruplar bilimsel bir gerçeklik olarak kabul edilmiş ve grup dinamiğine yönelik çözümleme teknikleri geliştirilmiştir. İnsanların neden grup içinde bulunmak istediklerinin anlaşılması amacıyla çok farklı çalışmalar yapmış bilim insanları vardır.

Din de toplumsal hayatın içinde yer alan değerlerden biridir. Bu değer etrafında toplanan insanların oluşturdukları gruplar aslında tarikat ve cemaat olarak isimlendirilir. Tarikat veya cemaat yapılanması doğal bir oluşumdur. Doğal olmayan bu tür toplumsal gruplaşmaları yok saymak, yok etmeye çalışmaktır. Bugün tarikat ve cemaat yapılanmaları konusunda toplumun çoğunun zihninde oluşan sorular aslında devleti yönetenlerin bu tür yapılanmaları yok saymalarından kaynaklanmaktadır.

Ülkemizde Osmanlı döneminde bu tür tarikat ve cemaat yapılanmaları devlet tarafından kabul edilen bir olgu olarak görülüyordu. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte toplum doğal gelişim çizgisinden çıkarılarak zorla dönüştürülmeye çalışıldı. Bu dönüşüm siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel olmak üzere pek çok yönden topluma dayatıldı. Toplumun dünyaya açık hale getirilmesi aslında toplumsal değişimin doğal çizgisine oturmasını sağlayacaktır. Ancak bu uzun süreli bir beklemeyi gerektirir. Toplumsal değişim ve dönüşüm doğal olarak uzun sürede oluşur. Bununla birlikte özellikle Cumhuriyetin ilanı sonrası devleti yönetme gücünü ele alanların bu kadar uzun süre beklemeye tahammülü, sabrı ve zamanı olmaması nedeniyle süreyi zorlayıcı projeler aracılığıyla kısaltabileceklerini zannettiler. Bir yönüyle Cumhuriyet toplumsal bir deneye dönüşmüş oldu. Bugün Cumhuriyet ile birlikte girişilen toplumsal deneyin hem sonuçlarını hem de etkilerini yaşıyoruz.

Osmanlı döneminde var olan tarikat ve cemaat yapılanmaları ideal bir sistemde idiler iddiasını ileri sürmek mümkün değildir. Osmanlı dönemindeki sistemde de önemli sorunların olduğu açık olmakla birlikte en azından toplumsal gerçeklikle mücadele etme gibi bir anlayış yoktu. Cumhuriyet toplumsal gerçekliği kabul etmekten vaz geçerek tarikat ve cemaat yapılanmalarını tümüyle yasakladı, yok saydı. Yasaklama ile toplumsal bir gerçekliğin yok olacağı zannedildi. Hiçbir toplumsal gerçeklik zorlama ile yasal düzenleme ile yok olmaz. Toplumsal gerçekliği var eden şey toplumu oluşturan bireylerin istek ve ihtiyaçlarıdır. Bu istek ve ihtiyaçlar doğal şartlarla karşılanmadığı sürece yok olmadığını bu gün de görüp yaşıyoruz.

Tarikat ve cemaat türü yapılanmalar devlet tarafından yasaklanınca doğal olarak bu tür yerlere giden insanlar yasak bir davranış yapıyor korkusuyla yaptıklarını gizlemek zorunda kalıyorlar. Devletin kabul etmediği, yasakladığı bir davranışı gizlice yapan, bu davranışın yapılmasına dahil olan herkes suç işlediği iddiasıyla karşı karşıya kalma korkusuyla tedirginlik yaşar. Gizli örgütsel faaliyetlerin kendi içinde kuralları, işleyiş düzenleri ve organize yapıları olur. Devletin yasakladığı bir faaliyet olması nedeniyle kurallar, işleyiş düzenleri çoğu zaman gizlenir. Gizli olan her faaliyette kötüye kullanma da her zaman vardır.

Bugün toplumda var olan her tür faaliyetin belirlenmiş kurallar çerçevesinde izne tabi hale getirilmesi gerekmektedir. Kamunun izni ile oluşturulmuş her faaliyet toplumsal bir meşruiyet kazanmış olursa kötüye kullanma da ortadan kalkacaktır.

Cumhuriyet döneminde dine dair faaliyetler uzun bir süre devletin ilgi alanının dışına çıkarılmış olarak bırakıldı. O dönemde din, Allah ile kul arasında bir iştir denilerek devletin ilgi alanı dışına doğal olarak da kamusal alanın dışına itilmeye çalışıldı. Osmanlı döneminde din hiçbir zaman toplumun kendi kendine yürüttüğü bir hizmet olarak bırakılmadı. Toplumu oluşturan bireyler kendi aralarında oluşturdukları sistemler aracılığıyla dini faaliyetleri organize etmeye alıştırılmadı. Devlet her zaman dini kendi tekelinde tutarak sürekli desteklerken aynı zamanda kontrol altında da tuttu. Bu durum toplumda dini teşkilatların geliştirilip kurulması tecrübesi edinmesine engel oldu. Cumhuriyet bir anda dini kamusal hizmet alanı dışına çıkarınca toplum büyük bir boşluğa düşmüş oldu. Toplumda ortaya çıkan bu boşluk din konusunda endişe taşıyan bir takım kişilerin perde arkasından bu faaliyetleri organize etmesine yol açtı. Bugün var olan hemen tarikat ve cemaat yapılanmalarının dayandığı kişiler Cumhuriyet döneminde yaşanan bu boşluğu doldurmaya çalışan kişilerin çabalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet döneminde tek parti rejimi devam ettiği sürece dayatmacı anlayış varlığını güçlü bir şekilde devam ettirdi. Ne zaman ki çok partili hayata geçiş tecrübesine girişildi artık dayatmacı anlayışla iktidar gücünün devam ettirilemeyeceği anlaşıldı. Bu durum artık toplumsal hayatın farklı bir boyuta evrilmesine yol açtı. Buna rağmen eski dönemin uygulamaları ile yeni dönemin anlayışı hemen rayına oturamadı. Bugün halen bu düzensizliğin sancıları yaşanmaya devam etmektedir.

 

Mehmet Ali DEMİR

Muhalifbakış

izmirmuhammedali@gmail.com

 

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...