Mustafa Kemal daha kurtuluş savaşından yıllar önce yaverine
bir gün ülkede Cumhuriyeti ilan edeceğini söylemiş. Şu an televizyonlardaki
cumhuriyetin yüzüncü yıl etkinlikleri çerçevesinde hazırlanmış kısa filmlerde
bu sahne de geçiyor. Mustafa Kemal bunu söyleyince dinleyen şahıs paşam
hayallerinizi pek çoğumuz anlamıyoruz benzeri bir cevap verince Mustafa Kemal
de bekle ve gör anlamında bir cevap veriyor. Bu olayın 1919 yılında Mazhar
Müfit(Kansu) ile Mustafa Kemal arasında geçtiği ortaya çıkmıştır. Bununla
birlikte Mustafa Kemal’in gençlik yıllarından itibaren ülkede var olan yönetim
şekline karşı eleştirilerinin olduğu, gelecekte yapacaklarına dair planlarından
söz ettiği diğer başka kaynaklarda da geçer. Kurtuluş savaşının bitmesi sonrası
ülkede yeni yapılanmaya yönelik düşünceler herkesin zihninde dolaşmaya
başladığı bir dönemde yine Mustafa Kemal yarın Cumhuriyet’i ilan ediyoruz
beyanı ile ete kemiğe bürünmüştür. Bu tarihi sürece bakıldığında Mustafa Kemal’in
öngörüsünün gücü ve fikri takip yeteneğinin ne kadar ileri olduğunu görmek
mümkündür.
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Mustafa Kemal geçmişten
beri eleştirisini yaptığı yönetim sistemini tamamen devre dışı bırakıp yepyeni
bir yola girmeyi tercih etmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte yönetim
sistemi temelden yepyeni bir yapıya kavuşturulmak istenmiştir. Devlet yönetim
sisteminde ortaya çıkan yeni yapının kurulmaya başlanması sonrası daha bu
alanda sonuç alınmaksızın sosyal, kültürel, ekonomik alanlar başta olmak üzere
birey ve toplum tümüyle dönüştürülmeye yönelen kapsamlı projelere girişildiği
görülmektedir.
Devletin işleyişi düzene oturtulmadan bu topluma ve bireye
yönelik kapsamlı dönüşüm projelerine girişilmesi adeta savaşılması gereken cephelerin
de çoğalmasına yol açmıştır. Yüzyıllar boyu toplum hemen hiçbir dönemde
yönetime katılma alışkanlığına sahip değildi. Batıdaki gibi sınıflar bizim
toplumumuzda yoktu. Sınıf bilinci oluşmamış bir toplumda belirli grupların
topluma önderlik etmesi beklenemez. Bu nedenle Mustafa Kemal devleti kurduktan
sonra toplumda asker, sivil bürokrasi ile yerel eşraf ve ağa gibi kişi ve
gruplara dayanarak devleti yönetmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı dönemindeki yönetim sisteminin savunulmasını düşünmek
o günkü dünya şartlarını anlamamak demektir.
Osmanlı hemen tüm alanlarda gerilik içinde idi. Bu nedenle Osmanlı
yönetim sistemi zaten enkaz halinde idi. Bu yönüyle devlet yönetim sisteminin
Cumhuriyet olarak değiştirilmesi aslında çok yerinde bir karardır. Bu kararı
bugün halen eleştirenler tarih bilgisi ve bilincinden yoksun kesimlerdir.
Bununla birlikte cumhuriyetin ilanı ile birlikte hak, adalet, özgürlük
kavramlarının topluma hakim olduğunu, hele hele egemenliğin gerçek anlamda
millete aktarıldığını iddia ederek, bireylerin kul olmaktan çıkıp hakları olan
vatandaş kimliğine girdiğini iddia ederek Cumhuriyet kutlamaları aracılığıyla
Mustafa Kemal ATATÜRK’ü demokrasi havarisi, halk kahramanı, halka bağımsızlık
veren hürriyet aşığı söylemleri de aynı şekilde doğru bilgi ve bilinçten uzak
değerlendirmelerdir.
Bu eleştirilerin Cumhuriyet düşmanlığı, hilafet sevicilik
olarak suçlanarak yargısız infaz yapılması insafsızlıktır. Cumhuriyet rejiminin
ismi ve resmi 29 Ekim 1923’te ortaya çıkmış olabilir. Buna karşın cumhuriyet
rejiminin ruhu ve gerçekliği bugün bile halen kurulabilmiş değildir. Mustafa
Kemal Atatürk cumhuriyet yarın ilan edeceğiz diyerek Osmanlı yönetim
geleneğinin kendisine kazandırdığı anlayışa uygun hareket etmiştir. Osmanlı
yönetim geleneğinde iktidara sahip olan kişi ve gruplar farklı güç sahibi
araçları kullanarak kendi istediklerini yaparken Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyet
ismini verdiği rejimde egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunu iddia
ederken tüm gücü tekelinde toplamış ve istediği her şeyi yapmaya yönelmiştir. Seçimler,
meclis, siyasal parti ve diğer tüm kurumsal yapılar gerçek gücün hizmetinde işe
koşulan araçlar olarak kalmıştır. Osmanlı döneminde topluma sunulmayan yönetime
katılma imkanı Cumhuriyet döneminde sistemin kurulmuş olmasına rağmen yine
toplumdan esirgenmiştir. Osmanlı dönemi yöneticileri içinde yaşadıkları çağın
şartlarında diğer ülkelerde var olan yönetimi güçlendirmeyi sağlayan sistemleri
görmezden gelmişlerdir. İngiltere’de magna carta 13.yüzyıllara kadar geçmişe
dayanır. Bu durum İngiltere’de yönetenlerle yönetilenler arasında sözleşmeye
dayalı yönetimin kuruluş tarihidir. İngiltere’nin bu uygulamasından Osmanlı’nın
haberdar olmadığı söylenemez. Benzer şekilde Avrupa ülkelerinin hemen çoğunda
saltanata dayalı yönetimler olsa bile baştaki yöneticinin gücünü dengeleyebilen
gruplar, sınıflar, meclisler hep olagelmiştir. Daha Fatih döneminde mücadele
edilen Cenevizlilerde ve diğer topluluklarda kararların kurulan meclislerde
yapılan tartışmalar aracılığıyla alındığı tarihlerde yazılıdır. 2. Beyazıt,
kardeşi Cem’i esir tutmaları için Rodos Şövalyelerine her yıl adeta vergi
verirken Rodos Şövalyeleri nasıl hareket edeceklerine dair kararlarını var olan
meclislerinde tartıştıkları yine tarihlerde yazılıdır. Fransa, İspanya,
Avusturya, Rusya, Prusya gibi bugün batının köklerini oluşturan devlet
yapılanmalarında hep tek adam yönetiminin sakıncalarını gideren sistemlere
sahip oldukları görülür.
Avrupa’da var olan bu yönetim sistemlerine karşı Osmanlı
yönetim sistemi tek adamlığın adeta dibine vurmuştur. Bugün bile demokrasi
sisteminden söz edilince gerçek anlamda cumhuriyet ve demokrasi rejimlerinin temel
ilkelerinin İslam’ın ilk yıllarından itibaren var olduğunu, Medine şehir
devletinde peygamberin gerçek anlamda bir cumhuriyeti uyguladığını dile getiren
Müslüman dünya hemen hiçbir döneminde tek adam yönetiminden vazgeçmeyi
düşünmemiştir. İslam’ın ilk yıllarında var olduğu söylenen uygulamalar yanında
kutsal kitapta işlerin istişare ve danışmanın zorunluluğuna dair ayetlerden de
sık sık söz edilir. Böylesine güçlü uygulama ve ilkelerin tarih boyunca hayata
geçmemesi Müslümanlar adına büyük bir zaaftır. Bu uygulama ve ilkelerden Osmanlı
devlet adamlarının haberdar olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Buna rağmen
toplumda yöneten-yönetilen ilişkilerinin peygamberin uygulamasından çok uzak
bir şekilde ele alınmış olmasını şeriata dayalı yönetime sahip olduğu söylenen
bir devlete yakıştırmak çok zordur. Bu anlayış yüz yıllar boyu değişmeden
Cumhuriyetin ilanına kadar süregelmiştir.
Yüzyıllar boyu sürmüş olan bir geleneğin Cumhuriyet
tarafından bir anda kaldırılması mümkün değildi denerek Cumhuriyetin ilanının
ilk anından itibaren yapılanları hoş görmek doğru değildir. Cumhuriyet yeni bir
yönetim şekli kurmakla işe başlamakla doğru bir iş yapmıştır. Bunda şüphe
yoktur. İtiraz da edilemez. Yeni yönetim şeklinin belirlenmesi sonrası devletin
yönetim sisteminin adeta sıfırdan kurulması gerekirdi. Bu işte yine sorumluluk
ve yetkinin doğal olarak Mustafa Kemal’de olmasında sorun yok. Savaşın
kazanılmasındaki liderlik özellikleri Mustafa Kemal’e bu yetkiyi ve sorumluluğu
veriyordu. Mustafa Kemal’in de toplumun tümü üzerinde büyük bir etkisi, karizması
vardı. Mustafa Kemal bu karizması sayesinde toplumdaki tüm yokluklarla
mücadelede tüm toplum kesimlerini işbirliği yapmaya ikna edebilirdi. Toplumun
büyük çoğunluğu gönüllü bir şekilde yeni mücadelede Mustafa Kemal’in etrafında
kenetlenebilirdi.
Yeni yönetim sisteminin sıfırdan kurulması için ihtiyaç
duyulan hemen hiçbir şey yoktu dense yanlış olmaz. Tüm bu yokluklara rağmen
kazanılmış olan Kurtuluş Savaşı aslında hiçbir şeyin olmadığı söylemini çürütmektedir.
Yoklukların devasa boyutlarda olduğu doğru olmakla birlikte karizmatik lidere
olan güvenin adeta sınırı yoktu. Böylesi bir toplumsal yapı içinde yokluklarla
mücadeleyi imkansız görmemek gerekiyor. Mustafa Kemal kurtuluş savaşı döneminde
edindiği toplumsal karizmayı yeni yönetim sistemini sıfırdan kurarken toplumla
işbirliği yapmayı tercih etmek yerine toplumun tümünü sosyal, ekonomik,
kültürel, dinsel, hukuki ve daha pek çok alanda toplumsal ve bireysel
dönüştürme projesini dayatmada kullanmayı tercih etti. Bu durum Mustafa Kemal
Atatürk’ü pek çok toplum kesiminin muhalif olmasına yol açtı. Mustafa Kemal
Atatürk Cumhuriyet’in ilanı sonrası toplumsal muhalefeti baskı altına alarak
sindirmeyi tercih etti. Savaş şartlarında oluşturulan İstiklal Mahkemelerini
savaş sonrası muhalifleri susturmak için kullandı. Ölünceye kadar adeta demir bir
yumrukla ülkeyi yönetmeyi tercih etti. Tek adamlık vasfını kabul etmek zorunda
kaldı. Bugün Cumhuriyet’in ilanı veya milli zafer günlerinde halen camilerde
gönül rahatlığı ile Mustafa Kemal Atatürk’ün adı açıkça anılmıyorsa bunun sorumluluğunu
sadece gericiler, irticacılar, cumhuriyet düşmanları diyerek şeytanlaştırılan dindarlara
vermek tek taraflı bir bakıştır. Cumhuriyeti kuran iradeyi de sorgulamak
gerekiyor. Bugün halen Cumhuriyet bu topraklarda gerçek anlamıyla ve ruhuyla
yerleşmemişse bunda tüm toplum kesimlerinin ama en çok da Cumhuriyeti kurduktan
sonra toplumun tüm kesimlerini zorla çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırma
yolunda tüm devlet imkanlarını işe koşan ve bu uğurda askeri müdahaleler
yapmaktan, muhalif düşünen herkesi irticacı, solcu, komünist, bölücü, yıkıcı
yaftası ile yaftalamaktan kaçınmayan, her türlü hukuksuzluğu kolayca yapan ve
tüm bu olumsuz toplumsal bakışın sonucunda son yirmi yıllık iktidar
tecrübesinin yaşanmasında büyük payı bulunan tekçi, cumhuriyetçi bakışın sorumluluğu
bulunmaktadır.
Bugünkü dindarlık söylemini maske olarak kullanan bugünkü iktidar
da bir dönem geçmişin tek adam yönetim uygulamalarını eleştirmede en önde gelen
gruplardan oluşuyor. Cumhurbaşkanının Kemalizm söylemleri her zaman dışlayıcı,
küçümseyici, eleştirel olmuştur. Buna rağmen iktidarı kullanma tecrübesine
bakıldığında Mustafa Kemal Atatürk döneminden çok daha ileri adımları atmıştır.
Bundan dolayı son dönemlerde Mustafa Kemal Atatürk’ü sahiplenici söylemlere
kolaylıkla yönelebilmektedir. Cumhurbaşkanının geçmişteki söylemleri ile
bugünkü söylemleri birebir kıyaslansa pek çok çelişkili söylemin olduğu
görülmektedir.
Cumhuriyetin asli unsurunu, ruhunu toplumun hayatına
geçirmede en büyük imkan yönetim gücünü elinde bulunduran iktidar sahibindedir.
Cumhuriyet, iktidar gücünü paylaşmayı gerektirir. İktidar gücünün paylaşılmasına
imkan sağlayan sistemler batı toplumlarında toplumsal sınıfların yaptığı
mücadele sonucunda ortaya çıkmışken İslam toplumlarında böyle bir mücadele
süreci yaşanmamıştır. Osmanlı tecrübesinde de yine böyle bir mücadele söz
konusu değildir. Yönetme gücünü elinde bulunduranlar da hiçbir zaman gönüllü
olarak bu gücü paylaşmak istememektedir. Gücü paylaşmak fedakarlık gerektirir. Bugünkü
iktidar da gücü paylaşma fedakarlığını kabul etmediği için geçmişteki İslam
devletlerinden, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’i kuranlardan ayrılamamaktadır. Cumhuriyeti
ilan etmekle isim ve resim asılmış ancak halen kabuktan içeriye girilebilmiş
değil. Bu anlayışla da öze inilmesi zor görünüyor.
Muhalifbakış |