27 Ekim 2023 Cuma

Sözde Değil, Özde Cumhuriyet

 

Mustafa Kemal daha kurtuluş savaşından yıllar önce yaverine bir gün ülkede Cumhuriyeti ilan edeceğini söylemiş. Şu an televizyonlardaki cumhuriyetin yüzüncü yıl etkinlikleri çerçevesinde hazırlanmış kısa filmlerde bu sahne de geçiyor. Mustafa Kemal bunu söyleyince dinleyen şahıs paşam hayallerinizi pek çoğumuz anlamıyoruz benzeri bir cevap verince Mustafa Kemal de bekle ve gör anlamında bir cevap veriyor. Bu olayın 1919 yılında Mazhar Müfit(Kansu) ile Mustafa Kemal arasında geçtiği ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Mustafa Kemal’in gençlik yıllarından itibaren ülkede var olan yönetim şekline karşı eleştirilerinin olduğu, gelecekte yapacaklarına dair planlarından söz ettiği diğer başka kaynaklarda da geçer. Kurtuluş savaşının bitmesi sonrası ülkede yeni yapılanmaya yönelik düşünceler herkesin zihninde dolaşmaya başladığı bir dönemde yine Mustafa Kemal yarın Cumhuriyet’i ilan ediyoruz beyanı ile ete kemiğe bürünmüştür. Bu tarihi sürece bakıldığında Mustafa Kemal’in öngörüsünün gücü ve fikri takip yeteneğinin ne kadar ileri olduğunu görmek mümkündür.

Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Mustafa Kemal geçmişten beri eleştirisini yaptığı yönetim sistemini tamamen devre dışı bırakıp yepyeni bir yola girmeyi tercih etmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte yönetim sistemi temelden yepyeni bir yapıya kavuşturulmak istenmiştir. Devlet yönetim sisteminde ortaya çıkan yeni yapının kurulmaya başlanması sonrası daha bu alanda sonuç alınmaksızın sosyal, kültürel, ekonomik alanlar başta olmak üzere birey ve toplum tümüyle dönüştürülmeye yönelen kapsamlı projelere girişildiği görülmektedir.

Devletin işleyişi düzene oturtulmadan bu topluma ve bireye yönelik kapsamlı dönüşüm projelerine girişilmesi adeta savaşılması gereken cephelerin de çoğalmasına yol açmıştır. Yüzyıllar boyu toplum hemen hiçbir dönemde yönetime katılma alışkanlığına sahip değildi. Batıdaki gibi sınıflar bizim toplumumuzda yoktu. Sınıf bilinci oluşmamış bir toplumda belirli grupların topluma önderlik etmesi beklenemez. Bu nedenle Mustafa Kemal devleti kurduktan sonra toplumda asker, sivil bürokrasi ile yerel eşraf ve ağa gibi kişi ve gruplara dayanarak devleti yönetmek zorunda kalmıştır.

Osmanlı dönemindeki yönetim sisteminin savunulmasını düşünmek o günkü dünya şartlarını anlamamak demektir.

Osmanlı hemen tüm alanlarda gerilik içinde idi. Bu nedenle Osmanlı yönetim sistemi zaten enkaz halinde idi. Bu yönüyle devlet yönetim sisteminin Cumhuriyet olarak değiştirilmesi aslında çok yerinde bir karardır. Bu kararı bugün halen eleştirenler tarih bilgisi ve bilincinden yoksun kesimlerdir. Bununla birlikte cumhuriyetin ilanı ile birlikte hak, adalet, özgürlük kavramlarının topluma hakim olduğunu, hele hele egemenliğin gerçek anlamda millete aktarıldığını iddia ederek, bireylerin kul olmaktan çıkıp hakları olan vatandaş kimliğine girdiğini iddia ederek Cumhuriyet kutlamaları aracılığıyla Mustafa Kemal ATATÜRK’ü demokrasi havarisi, halk kahramanı, halka bağımsızlık veren hürriyet aşığı söylemleri de aynı şekilde doğru bilgi ve bilinçten uzak değerlendirmelerdir.

Bu eleştirilerin Cumhuriyet düşmanlığı, hilafet sevicilik olarak suçlanarak yargısız infaz yapılması insafsızlıktır. Cumhuriyet rejiminin ismi ve resmi 29 Ekim 1923’te ortaya çıkmış olabilir. Buna karşın cumhuriyet rejiminin ruhu ve gerçekliği bugün bile halen kurulabilmiş değildir. Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyet yarın ilan edeceğiz diyerek Osmanlı yönetim geleneğinin kendisine kazandırdığı anlayışa uygun hareket etmiştir. Osmanlı yönetim geleneğinde iktidara sahip olan kişi ve gruplar farklı güç sahibi araçları kullanarak kendi istediklerini yaparken Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyet ismini verdiği rejimde egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunu iddia ederken tüm gücü tekelinde toplamış ve istediği her şeyi yapmaya yönelmiştir. Seçimler, meclis, siyasal parti ve diğer tüm kurumsal yapılar gerçek gücün hizmetinde işe koşulan araçlar olarak kalmıştır. Osmanlı döneminde topluma sunulmayan yönetime katılma imkanı Cumhuriyet döneminde sistemin kurulmuş olmasına rağmen yine toplumdan esirgenmiştir. Osmanlı dönemi yöneticileri içinde yaşadıkları çağın şartlarında diğer ülkelerde var olan yönetimi güçlendirmeyi sağlayan sistemleri görmezden gelmişlerdir. İngiltere’de magna carta 13.yüzyıllara kadar geçmişe dayanır. Bu durum İngiltere’de yönetenlerle yönetilenler arasında sözleşmeye dayalı yönetimin kuruluş tarihidir. İngiltere’nin bu uygulamasından Osmanlı’nın haberdar olmadığı söylenemez. Benzer şekilde Avrupa ülkelerinin hemen çoğunda saltanata dayalı yönetimler olsa bile baştaki yöneticinin gücünü dengeleyebilen gruplar, sınıflar, meclisler hep olagelmiştir. Daha Fatih döneminde mücadele edilen Cenevizlilerde ve diğer topluluklarda kararların kurulan meclislerde yapılan tartışmalar aracılığıyla alındığı tarihlerde yazılıdır. 2. Beyazıt, kardeşi Cem’i esir tutmaları için Rodos Şövalyelerine her yıl adeta vergi verirken Rodos Şövalyeleri nasıl hareket edeceklerine dair kararlarını var olan meclislerinde tartıştıkları yine tarihlerde yazılıdır. Fransa, İspanya, Avusturya, Rusya, Prusya gibi bugün batının köklerini oluşturan devlet yapılanmalarında hep tek adam yönetiminin sakıncalarını gideren sistemlere sahip oldukları görülür.

Avrupa’da var olan bu yönetim sistemlerine karşı Osmanlı yönetim sistemi tek adamlığın adeta dibine vurmuştur. Bugün bile demokrasi sisteminden söz edilince gerçek anlamda cumhuriyet ve demokrasi rejimlerinin temel ilkelerinin İslam’ın ilk yıllarından itibaren var olduğunu, Medine şehir devletinde peygamberin gerçek anlamda bir cumhuriyeti uyguladığını dile getiren Müslüman dünya hemen hiçbir döneminde tek adam yönetiminden vazgeçmeyi düşünmemiştir. İslam’ın ilk yıllarında var olduğu söylenen uygulamalar yanında kutsal kitapta işlerin istişare ve danışmanın zorunluluğuna dair ayetlerden de sık sık söz edilir. Böylesine güçlü uygulama ve ilkelerin tarih boyunca hayata geçmemesi Müslümanlar adına büyük bir zaaftır. Bu uygulama ve ilkelerden Osmanlı devlet adamlarının haberdar olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Buna rağmen toplumda yöneten-yönetilen ilişkilerinin peygamberin uygulamasından çok uzak bir şekilde ele alınmış olmasını şeriata dayalı yönetime sahip olduğu söylenen bir devlete yakıştırmak çok zordur. Bu anlayış yüz yıllar boyu değişmeden Cumhuriyetin ilanına kadar süregelmiştir.

Yüzyıllar boyu sürmüş olan bir geleneğin Cumhuriyet tarafından bir anda kaldırılması mümkün değildi denerek Cumhuriyetin ilanının ilk anından itibaren yapılanları hoş görmek doğru değildir. Cumhuriyet yeni bir yönetim şekli kurmakla işe başlamakla doğru bir iş yapmıştır. Bunda şüphe yoktur. İtiraz da edilemez. Yeni yönetim şeklinin belirlenmesi sonrası devletin yönetim sisteminin adeta sıfırdan kurulması gerekirdi. Bu işte yine sorumluluk ve yetkinin doğal olarak Mustafa Kemal’de olmasında sorun yok. Savaşın kazanılmasındaki liderlik özellikleri Mustafa Kemal’e bu yetkiyi ve sorumluluğu veriyordu. Mustafa Kemal’in de toplumun tümü üzerinde büyük bir etkisi, karizması vardı. Mustafa Kemal bu karizması sayesinde toplumdaki tüm yokluklarla mücadelede tüm toplum kesimlerini işbirliği yapmaya ikna edebilirdi. Toplumun büyük çoğunluğu gönüllü bir şekilde yeni mücadelede Mustafa Kemal’in etrafında kenetlenebilirdi.  

Yeni yönetim sisteminin sıfırdan kurulması için ihtiyaç duyulan hemen hiçbir şey yoktu dense yanlış olmaz. Tüm bu yokluklara rağmen kazanılmış olan Kurtuluş Savaşı aslında hiçbir şeyin olmadığı söylemini çürütmektedir. Yoklukların devasa boyutlarda olduğu doğru olmakla birlikte karizmatik lidere olan güvenin adeta sınırı yoktu. Böylesi bir toplumsal yapı içinde yokluklarla mücadeleyi imkansız görmemek gerekiyor. Mustafa Kemal kurtuluş savaşı döneminde edindiği toplumsal karizmayı yeni yönetim sistemini sıfırdan kurarken toplumla işbirliği yapmayı tercih etmek yerine toplumun tümünü sosyal, ekonomik, kültürel, dinsel, hukuki ve daha pek çok alanda toplumsal ve bireysel dönüştürme projesini dayatmada kullanmayı tercih etti. Bu durum Mustafa Kemal Atatürk’ü pek çok toplum kesiminin muhalif olmasına yol açtı. Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet’in ilanı sonrası toplumsal muhalefeti baskı altına alarak sindirmeyi tercih etti. Savaş şartlarında oluşturulan İstiklal Mahkemelerini savaş sonrası muhalifleri susturmak için kullandı. Ölünceye kadar adeta demir bir yumrukla ülkeyi yönetmeyi tercih etti. Tek adamlık vasfını kabul etmek zorunda kaldı. Bugün Cumhuriyet’in ilanı veya milli zafer günlerinde halen camilerde gönül rahatlığı ile Mustafa Kemal Atatürk’ün adı açıkça anılmıyorsa bunun sorumluluğunu sadece gericiler, irticacılar, cumhuriyet düşmanları diyerek şeytanlaştırılan dindarlara vermek tek taraflı bir bakıştır. Cumhuriyeti kuran iradeyi de sorgulamak gerekiyor. Bugün halen Cumhuriyet bu topraklarda gerçek anlamıyla ve ruhuyla yerleşmemişse bunda tüm toplum kesimlerinin ama en çok da Cumhuriyeti kurduktan sonra toplumun tüm kesimlerini zorla çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırma yolunda tüm devlet imkanlarını işe koşan ve bu uğurda askeri müdahaleler yapmaktan, muhalif düşünen herkesi irticacı, solcu, komünist, bölücü, yıkıcı yaftası ile yaftalamaktan kaçınmayan, her türlü hukuksuzluğu kolayca yapan ve tüm bu olumsuz toplumsal bakışın sonucunda son yirmi yıllık iktidar tecrübesinin yaşanmasında büyük payı bulunan tekçi, cumhuriyetçi bakışın sorumluluğu bulunmaktadır.

Bugünkü dindarlık söylemini maske olarak kullanan bugünkü iktidar da bir dönem geçmişin tek adam yönetim uygulamalarını eleştirmede en önde gelen gruplardan oluşuyor. Cumhurbaşkanının Kemalizm söylemleri her zaman dışlayıcı, küçümseyici, eleştirel olmuştur. Buna rağmen iktidarı kullanma tecrübesine bakıldığında Mustafa Kemal Atatürk döneminden çok daha ileri adımları atmıştır. Bundan dolayı son dönemlerde Mustafa Kemal Atatürk’ü sahiplenici söylemlere kolaylıkla yönelebilmektedir. Cumhurbaşkanının geçmişteki söylemleri ile bugünkü söylemleri birebir kıyaslansa pek çok çelişkili söylemin olduğu görülmektedir.

Cumhuriyetin asli unsurunu, ruhunu toplumun hayatına geçirmede en büyük imkan yönetim gücünü elinde bulunduran iktidar sahibindedir. Cumhuriyet, iktidar gücünü paylaşmayı gerektirir. İktidar gücünün paylaşılmasına imkan sağlayan sistemler batı toplumlarında toplumsal sınıfların yaptığı mücadele sonucunda ortaya çıkmışken İslam toplumlarında böyle bir mücadele süreci yaşanmamıştır. Osmanlı tecrübesinde de yine böyle bir mücadele söz konusu değildir. Yönetme gücünü elinde bulunduranlar da hiçbir zaman gönüllü olarak bu gücü paylaşmak istememektedir. Gücü paylaşmak fedakarlık gerektirir. Bugünkü iktidar da gücü paylaşma fedakarlığını kabul etmediği için geçmişteki İslam devletlerinden, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’i kuranlardan ayrılamamaktadır. Cumhuriyeti ilan etmekle isim ve resim asılmış ancak halen kabuktan içeriye girilebilmiş değil. Bu anlayışla da öze inilmesi zor görünüyor.

 


24 Ekim 2023 Salı

Eğitimden Yönetime Toplumsal Kısır Döngümüz Üzerine

 


Milli e
ğitim bakanı okullardaki eğitim sürecini öğretmen olan eşinin yaşadıklarından edindiği tecrübelerden biliyor. Bunu nereden biliyorsun denirse müsteşarlık döneminde meclis eğitim komisyonunda eğitimin denetim sistemine yönelik yapılması istenen değişiklikler konusunda yaptığı konuşmalarda açıkça beyan ettiği görülmektedir. İlgi duyanlar meclis komisyon tutanaklarına bakabilirler.

Milli Eğitim bakanının sahip olduğu böylesi bir bilgi derinlemesine bir bilgi değildir. Üstünkörü, uzaktan, yüzeysel bir bilgi türüdür. Bu tür bir bilgi düzeyi ile eğitim sistemini yönetmeye cesaret etmeye ancak cahil cesareti denilebilir. Bu düzeydeki bilgi birikiminin etkin bir yönetim becerisi vermesi mümkün değildir. Ancak ülkemizdeki mevcut yönetim kültüründe bilgiye dayanan bir yönetim becerisi aranmaz. Bizdeki yönetim kültüründe yönetenler kendilerini görevlendiren üst makamları memnun etme endişesi ile hareket ederler. Böyle bir kültürde bilgiye fazla ihtiyaç duyulmaz. Bilgi değil itaate önem verilir. Üst birimler de aynı kültürün etkisiyle alttakilerden kendi kendilerine hareket etmeyi değil, kendilerine verilecek emirlere riayet etmeyi bekler. Bu yönetim kültürü bilimsel yönetim anlayışına uymaz. Bilimsel ilkelere uygun olmayan hemen hiçbir hareketin de istenen sonucu vermesi beklenemez. Rastlantısallık söz konusudur. Kişilerle sınırlı bir etkiden söz edilebilir.

Tarih boyunca da Osmanlı’da yönetim kişilerin yetenekleri ile sınırlı etkiye sahip olabilmiştir. Baştaki yönetici yetkin ise sistemde sorunlar az iken yöneticinin yetkinlik düzeyi düştükçe her alandaki yönetim işleyişi bozulmuştur. İlk dönemler karşıda etkin bir güç olmamasının etkisiyle yayılıp gelişen devlet sistemi zamanla duraklamış ve yıkım kaçınılmaz olmuştur. Halen de bu etkiden çıkış söz konusu değildir.

Osmanlı konusunda hamasi nutuklar atmayı en çok seven İslami hassasiyetleri olduğu kabul edilen mevcut iktidar da yine kısır döngüyü kırmayı başaramamıştır. İktidarın yönetimi dönüştürmek yerine yönetimin sağladığı gücü keyfine göre kullanmayı tercih etmesi yaşanan kısır döngünün oluşmasında en büyük etkendir.

Topluma birlik, beraberlik söylemleri ile mesajlar veren iktidar gerçekte perde arkasında kendine tabi olanlara mevki makam dağıtmayı tercih etmiştir. İlk dönemlerinde toplumun tüm kesimlerini kucaklamaya imkan verecek bir sistem kurulabilseydi zihniyeti ne olursa olsun tüm toplum kesimleri devlet içinde kendilerine yer bulabilecek ve farklı anlayışlar arasında işbirliğinin oluşması sağlanabilecekti. Farklı anlayışların arasında işbirliği adalet anlayışının gelişmesini sağlarken toplumdaki birlik ve beraberlik gerçek anlamda oluşmuş olurdu. O zaman toplumsal güç devasa bir potansiyeli ortaya çıkarabilirdi. Bunun için toplumun tüm katmanlarının hayatına etki eden şeffaf, objektif işleyiş düzenlerinin kurulması gerekirdi. Ekonomide, siyasette, bürokraside başta olmak üzere tüm alanlarda gerçek anlamda yetkin olanların önü açılmış olsaydı adaletli bir toplum da oluşmuş olurdu.

Geçmişte iktidarı elinde bulunduranlar masa başı oluşturulmuş projeleri topluma dayatarak toplum mühendisliği yapıyorken İslami anlayışı kendilerine rehber edindiğini iddia eden bugünkü iktidar sahipleri eleştirdikleri tüm davranışları yapar hale gelmiştir. Geçmişte eleştirilen her davranış, iktidara sahip olunca kendi açısından yapılması gerekir hale gelince toplumdaki kısır döngü kırılmak yerine daha da derinleşmiştir. Yirmi yıl boyunca yaşanan iktidar tecrübesi toplumu birleştirmekten çok parçalamıştır.

Bugün gittikçe küçülen iktidar oluşturduğu menfaat dağıtım mekanizmalarını kullanarak gücünü korumaya çalışmaktadır. Cumhur ittifakı adı altında oluşturulmuş gruba her geçen gün birbiriyle taban tabana zıt da olsa yeni katılımlar dahil edilmeye çalışılmaktadır. Bu ittifaka girenler kendi grup menfaatlerine ulaşma adına kendilerini destekleyen toplum kesimlerini ikna edebilmektedir. Tek başına sahip olunabilmesi mümkün olmayan iktidar gücü oluşturulan ittifaka dahil olunması sayesinde faydaya dönüşmektedir. Bu durum aslında toplumsal yozlaşmayı da gittikçe derinleştirmektedir. Zira oluşturulan ittifak menfaate dayanmaktadır. Menfaate dayalı bu işbirliği uzun süreli olamaz. Cumhur ittifakının temel direği cumhurbaşkanıdır. Şahıslara dayanan bir sistem şahısların hayatları ile sınırlıdır. İktidarın oluşturduğu ittifakın karşısında oluşturulan Millet ittifakı da aslında gerçek anlamda bir alternatife dönüşmekten çok uzaktır. Millet ittifakını oluşturan bileşenlerin toplum nezdinde güven oluşturamayan yapısı iktidar alternatifi olmayı engellemektedir. Zaten iktidar gücünü elinde tutan Cumhur ittifakı da bu alternatifsizlikten beslenmektedir.

Ülkede birlik beraberliği sağlayacak adaletli bir yönetim sistemi cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından istenseydi kurulabilirdi. İktidar özellikle 2010 yılına kadar yaptıklarından dolayı açık bir eleştiriyi hak etmiyor denebilir. Zira iktidarın ilk dönemlerinde karşısında mevcut siyasal, ekonomik, askeri, bürokratik vesayet odaklarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu mücadele karşısında olması gereken sistem dönüşümünün yapılamamasının bir gerekçesi vardı denebilir. Ancak 2010 yılı sonrası ülkede oluşan yeni düzende Recep Tayyip Erdoğan adeta tek başına bir güç haline gelmiştir. 2010 sonrası iktidarı her yönüyle eline alan cumhurbaşkanı istediği dönüşümü sağlayacak bir sistemi kurabilir ve yaşatabilirdi. Bunu yapmak yerine kişisel iktidarını güçlendirmeyi tercih etmesi büyük bir hatadır. Ülke için de büyük bir kayıptır. Artık bu saatten sonra girilen yoldan geri dönebilmek mümkün görünmemektedir. En başta cumhurbaşkanının kalan ömrü ve şimdiye kadar oluşturduğu yapı geri dönüşe imkan vermez. Yaşanan yirmi yıllık iktidar tecrübesi tarihe büyük bir hüsran olarak geçecek gibi görünüyor. İktidar bunu kamuoyuyla paylaştığı Türkiye Yüzyılı söylemleri ile tersine çevirmeye çalışıyor ama sonucun değişeceğini kabul etmek için çok fazla iyimser olmak gerekiyor. Bu kadar iyimserlik için yeterli ve mantıklı göstergeler, zaman ve imkan mevcut değil.

 

 

17 Ekim 2023 Salı

Arap-İsrail Mücadelesinin Düşündürttükleri

 

İsrail Hamas mücadelesinin son günlerde geldiği noktada tüm İslam dünyasında İsrail karşıtı gösteriler yapılıyor. İslam dünyasının kahrolsun İsrail söyleminden daha ileri bir adıma geçerek başarı ve başarısızlıkların nedenlerine ilişkin düşünmeye başlamalarının zamanı çoktan geçti. Arap dünyası İsrail’e karşı ortak bir cephe oluşturmaktan çok uzaklar. Aslında Arap dünyasının kendi içinde dahi bir birlik olmaları şu aşamada çok mümkün görünmüyor.

Arap dünyasındaki kafa karışıklığı ülkemiz için de geçerli dense yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Ülkemizde de Filistin davası denilen konular üzerinde toplumumuzun kafası oldukça karışık. Her Arap-İsrail çatışmasında camilerde, meydanlarda gösterilerle, toplu namazlar ve dualarla Allah’ın yardımı talep ediliyor.

            Oysa dünyadaki yaşayış düzeni üzerinde yaratıcının nereye kadar müdahil olduğu, nereden itibaren insanın şahsi ve dolayısıyla toplumsal iradesi devreye giriyor tespit edebilmek oldukça zor. Yüzyıllardır tartışılan kaza/kader anlayışı Müslüman dünya arasında halen doğru bir temele oturabilmiş değil.

            İnananlar açısından sünnetullah diye nitelenen yaratıcının dünyada koyduğu düzene uygun hareket etme zorunluluğu üzerinde Müslümanlar hala yaratıcıyı kendilerinin adeta emrinde bir güç olarak görüp kendilerinin insan olarak iradelerini harekete geçirmeyi gereksiz görmeleri içine düştükleri çıkmazdan kurtulmalarına da engel oluyor. Buna karşın rakipler ellerinden gelen çabayı işe koşmayı bırakmıyorlar. Sünnetullahtan kastın, Allah'ın bu dünyada inanan inanmayan kim olursa olsun dünya şartlarının gerektirdiği kurallara uygun yaşayanların başarılı, bu kurallara uymayanların da başarısız olduğunu ifade anlamında kullanmak ve anlamak gerekiyor.

1948 İsrail devletinin kurulduğu dönemde Filistin’de Yahudiler gerçekten azınlıkta idiler. Arap dünyası İsrail devletinin ilanı sonrası Mısır/Irak/Suriye/Ürdün eliyle en geç bir hafta içinde Yahudileri Kudüs'ten süreceklerini iddia ediyorlardı. Yahudiler dünya çapında örgütlenip akla dayalı bir işleyiş düzeni kurarken Araplar hiç bir plan, program yapmaksızın tersine Yahudileri destekleyen batılılıklarla perde arkasından işbirliğine gitmeyi tercih ettiler. Sonunda organize azınlık olan Yahudiler çoğunluk ama başıboş Arapları o günlerde dizginledi. İsrail devletinin 1948'den beri haritasındaki değişime bakınca aslında gelişme çok daha açık görülüyor. Bir türlü organize olamayan Arapların alanı daralırken Yahudilerin alanı bu güne kadar hep genişledi. Ümmet bilincine dayalı bir İslam anlayışı ne yazık ki bu topraklarda hemen hiç bir zaman gelişemedi. Hemen her dönemde saltanat sahipleri iktidarlarının devamı adına dini sömürdü, kullandı. Din konusunda âlim sıfatına sahip olanlar da aynı şekilde iktidar sahipleriyle işbirliğini tercih etti. 1400 yılı aşan tarih boyunca Müslümanlar İslam'ın ruhuna uygun bir yönetim, ekonomi, eğitim, toplum, dünya kurmak için çaba göstermek yerine hep yığınların zihinlerini uyuşturmayı tercih etti. Dinin okuma emrini Kur'an'ı anlamadan yüzünden okuma olarak anladılar. Ticareti hayatının olmazsa olmaz bir faaliyeti olarak gören peygamberi takip ettiğini iddia edenler ticareti Yahudilerin eline teslim ettiler. Ahireti kazanma adına dünyadan el etek çekerek araştırma geliştirmeyi boş bir çaba olarak görüp kötülediler. Aranızda sözleşmelerinizi yazın emrini görmezden gelerek okuryazarlığı en temel çaba olarak gören dinin emirlerine ters işler yaptılar. Geçmişi tekrar etmeyi dindarlık zannettiler. Sonuç söylem bazında kalan bir ümmet anlayışı ortaya çıktı. Bu çerçevede güç sahibi iktidarlar ve iktidarlarla işbirliğine giden âlim kılıklı sömürücülerin neden olduğu fitne bugün masum Filistinlilerin zarar görmesine neden oluyor.

Ülkemizde bazı kesimler arasında İslami anlayışın temsilcisi olarak nitelenen ümmet bilincinin hilafetin kaldırılması ile başlatanlar var. Ümmet bilincinin zayıflamasını hilafetin kaldırılmasıyla başlatmak tarihe biraz eksik bakmak gibi geliyor. Emevi ve Abbasilerden itibaren hilafetin saltanata dönüşmüş olmasıyla birlikte aslında ümmet bilinci neredeyse kaybolmaya yüz tutmuştu. Sonraki dönemlerde İslam dünyasında tamamen saltanata dayalı yönetim anlayışı hakim oldu.

Devleti saltanatın malı olarak gören anlayış toplumun İslam'a uygun bir anlayış kazanması yönünde çaba göstermek yerine iktidarın nimetlerinden yararlanmayı, bu nimetleri kendine yakın zümrelere aktarmayı tercih etti. Kur'an'ın indiği andan itibaren ayetler var olduğu halde ayetlerin içeriğine uygun bir devlet, toplum, ekonomi, siyaset, eğitim, kültür ve hayat nizamı nasıl kurulur sorusu üzerinde kafa yorma gereği duymayan alim sıfatlılar iktidarlara yanaşıp nimetlerden nemalanmayı tercih ettiler. Allah'ın ayetleri ilk günden beri vardı ve biliniyordu. Buna rağmen ayetlere uygun bir toplumu oluşturma yönünde çaba gösterme gibi bir anlayış gelişemedi. Sıradan insanın din anlayışı konusunda doğru bir görüşe ulaşabilmesi çağın şartları dikkate alındığında mümkün de değildi. Bu konuda topluma önderlik yapması gerekenler din konusunda bilgi sahibi olan ehil kişilerdi. Bu yönüyle bu türdeki kişilerin büyük sorumluluğu bulunuyor.

Osmanlı da bu süreçte dinin hayata hükmetmesini sadece lafta kullandı denebilir. İlayı kelimetullah kavramı siyasal bir araç olarak görüldü. Bu yönüyle hem İslam tarihine, hem de Osmanlı tarihine yeniden sorgulayıcı bir anlayışla bakmak gerekiyor.

Bu gün hilafet gittikten sonra toplumda İslami anlayış zayıfladı demek bu yönüyle eksiktir. Hilafet tarih boyunca olması gerektiği şekliyle hiç bir zaman işlev göremedi. Abdülhamit hilafeti batıya karşı kısmen kullanmaya çalıştı. Ama o da kendi kişisel iktidarını geçmiştekiler gibi güçlendirmeyi tercih etti. Abdülhamit dışında hemen hiç bir padişahın hilafetin adını andığı görülmez dense yanlış olmaz.

İslam’a uygun insan tipinin bugünün şartlarında somut şekilde ortaya konması gerekiyor. Bu insan tipinin yetiştirilmesi için sistemli çalışmak gerekiyor. İstenen insan tipi yetiştirilirse devletler bazında da bir şeyler yapılabilir. Tabi devletler bazında da yapılması gereken işlerin olduğunu inkar etmek doğru bir yaklaşım değildir. Bu yönüyle D8 uygulaması eleştirilecek bir proje değildir. Aşağıdan yukarıdan her yönden çalışmak şart. Ancak doğru din anlayışı, dine bağlı insanın nitelikleri konusunda zihinlerin netleşmesi gerekiyor. Bu çerçevede geleneksel eğitim metotlarının bu güne cevap verip vermediğinin sorgulanması ve topluma da bunun anlatılması gerekiyor. Örnek olarak Kur'an-ı Kerimi okumak demek anlamadan yüzünden okumak değildir söylemini yaymak ve asıl olanın dinin mesajını anlamak ve gereğini yapmak olduğunu toplumda sık sık dile getirmek gerekiyor. Aynı şekilde tartışmasız bir yetkin din anlayışı temsilcisi olarak görülen hafızlık müessesesinin de yeniden düşünülmesi gerekiyor. Aslında hafızlık müessesesinin dinle doğrudan bir ilgisinin olduğunu söylemek doğru bir değerlendirme değildir. Din insandan, anlamadan mesajı tekrar etmeyi istemez. Asıl olan mesajın doğru anlaşılması ve gereğine uygun bir yaşam biçimi geliştirmesi, buna göre bir dünya kurması için sahip olduğu her şeyi kullanmasıdır. Bu süreçte de sadece Allah rızasının gözetilmesi istenir. Samimiyet bunu gerektirir.

Çağın ihtiyaç duyduğu insan tipinin inanan, çalışan, araştıran, okuyan, sorgulayan, kendini sürekli geliştiren ve dünyada yaşanan sorunlara çözümler üreten tipte olduğunu göstererek anlatmak gerekiyor. Bir lokma bir hırka anlayışının veya asıl olan öbür dünyadır, bu dünyaya değer vermeye gerek yok, kâfirler bu dünyada cenneti yaşayacak ama ahirette onlar cehenneme, biz cennete gideceğiz, bu nedenle buraya değer vermeye gerek yok anlayışının Müslüman zihninde yerinin olmaması, bu dünyada Allah'ın halifesi olan insanın başkalarının güdümünde hareket etmemesi gerektiğini zihinlere yerleştirmek gerekiyor.

 

 

 

 

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...