Osmanlı Devleti
600 yıllık bir süre boyunca varlığını sürdürmüş. Bu sürenin tümünü tek bir
çizgi olarak görmek yanlıştır. Hamasi
nutuklar atmayı sevenler genelde üç kıtaya nizam veren atalardan, hak ve adalet
dağıtan bir yönetim anlayışından, herkesin gıptayla baktığı bir toplum ve devlet
düzeninden söz ederler. Her konuda olduğu gibi tarihle ilgili konularda da
okuma, araştırma, sorgulama alışkanlığının kök salıp gelişemediği toplumumuzda
bu konular takım tutar bir yaklaşımla ele alınır. Taraftarlar tümüyle
sahiplenirken karşıtlar da tümüyle yerin dibine batırmaya heveslidirler. Bu
durum toplumun genel anlamda yeterince gelişmemiş olduğunu temel göstergesidir.
Osmanlı’nın dış
ülkelerle girdiği etkileşim konusunda ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç
bulunmaktadır.
İngiliz
elçilerinin Osmanlı topraklarında varlıklarına ilişkin belgeler 1580’lere kadar
uzandığı görülüyor. İngiliz elçileri başkent İstanbul’da 1580’li yıllardan
itibaren var olurken Osmanlı topraklarının pek çok yerinde de İngiliz ticaret
adamları ticari faaliyetlerini yapmak için dolaşırken onların işlerini
destekleyen ticari konsoloslar da İzmir başta olmak üzere diğer şehirlerde
varlıklarını sürdürmüş ve kendi ülke vatandaşlarının ticari faaliyetlerini kolaylaştırmak
için organize çalışmalar yapmışlardır. Oysa bu dönemlerde Osmanlı’nın daha elçi
görevlendirme gibi bir faaliyetinin bulunmadığı görülmektedir. Osmanlı’daki ilk
dış elçilik görevlendirmeleri 1720’li yıllarda ortaya çıkan batılılaşma
çabaları çerçevesinde belli merkezlerle sınırlı şekilde başlamıştır. Bu durumun
İngilizlerden yaklaşık 150 yıl daha sonraki bir zamana rastladığı
görülmektedir.
İngilizlerden
daha önce Fransızlar da benzer şekilde Osmanlı’nın merkezine gönderdikleri
elçiler aracılığıyla imtiyazlar elde etmişler ve uzun yüz yıllar boyunca
Osmanlı yönetimine yakın olmanın avantajlarını kullanmışlardır.
Bir dönem
Osmanlı’ya boyun eğen Rus Knezlikleri uygulanan doğru projeler sayesinde bir
süre sonra devasa Rus gücüne dönüşmüş ve Osmanlı’yı paylaşma pazarlıkları yapar
hale geldikten sonra bugün dünyada denge oluşturan önemli bir güce dönüşmüştür.
Osmanlı
devletini yönetenler batılıların yaptıklarını gerektiği gibi değerlendirmek
yerine büyüklük hastalığına tutularak kendilerini dışarıya karşı kapatmayı
tercih etmişlerdir. Bu durum devlet yönetim geleneği açısından büyük bir
zafiyettir. Bu zafiyet devletin yıkılışına kadar gitmiştir. Zafiyetin farkına
varanlar doğru çözümler üretmeyi başaramamış, kendilerince hazırladıkları
yenileşme planlarını hayata geçirmeye çalışırken ya hayatlarını kaybetmiş veya geçen
zamana yenik düşmüşlerdir.
Dünyayı
gerektiği gibi okumayı başaramayan devletin ileri gelenleri devletin düştüğü
durumdan çıkması için dışardan getirdikleri uzmanlardan medet ummuşlar ancak devlet
ile toplum arasında hiçbir zaman var olmamış olan birlik beraberlik ruhunu
oluşturabilecek temel yapıları kurmayı yine başaramamışlardır.
Batıda uzun
yılların sonucu olarak ortaya çıkmış iyi işleyen devlet düzeninin gerekleri
için kurulması zorunlu olan sistemlerin kurulup işlerlik kazandırılması yerine
batıdaki göstermelik kurumları, uygulamaları kopyalayarak görüntüde hayata
geçirdiklerini zannetmişlerdir. Kopyalanan kurumlar ve uygulamaların gereği olan
temel dönüşümlerin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan uygulamalar hayata
geçmediği için her yeni uygulama bir süre sonra daha büyük başka yeni
uygulamaların aktarılması ile sonuçlanırken istenen sonuç yine elde
edilememiştir. Tarihi süreç içinde zayıflayan devlet sistemi hemen tüm hayati konularda/sorunlarda dışarıdan yardım/destek/taraftar aramak ve yapılan tavsiyelere gözü kapalı bir şekilde uyarak varlıklarını sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Dışarıdaki güçlerin birbiriyle çatışan menfaatleri ülkenin çok daha erken dönemlerde yıkılıp yok olmasına engel olmuştur. Tüm bu yaşananlar yönetenlere ders vermek yerine dışarıya olan bağımlılığa daha büyük bir istekle sarılmaya neden olmuştur.
Devleti yönetme
yetkisine sahip olanlar değişim ve dönüşümü hedeflerken her zaman kendilerini
dışarda tutmuşlardır. Yönetimde değişim için gereken güç paylaşımına neden olan
kurumsal yapıların kurulması hiçbir zaman düşünülmemiştir. Kendini, gücünü
sınırlamadan, kuralların hakimiyeti yerine kendi hakimiyetine dayanan ve
kendini sınırlamaksızın yönetimin ve devletin dönüşemeyeceği gerçeği görülmek
istenmemiştir. Batıda var olan toplum ve yönetim arasındaki işbirliğine dayalı
birlikte zenginleşme ve güçlenme kültürü, işbirliğine dayalı yönetim kültürü
kurulup geliştirilemeyince geçmişten beri Osmanlı’da varlığını sürdüren yöneten
yönetilen yabancılaşmasında hiçbir değişim olmamıştır. Yönetme gücünü eline
geçirenler mevcut kaynakları kendileri için kullanırken diğerlerini görmezden
gelmiştir. Saray hazineyi kendi ihtiyaçları için sonuna kadar kullanırken
taşradaki vatandaşın ihtiyaçları her zaman yok sayılmıştır.
Cumhuriyetle
birlikte Osmanlı’nın yıkılarak yeni bir devlet oluşturma çabalarında da
geçmişten farklı bir anlayışın olmadığı görülmektedir. Osmanlı döneminde
saltanata dayanan yönetim kültürü Cumhuriyetle birlikte terk edilmek yerine tek
adama dayalı yönetim kültürüne dönüşerek sadece ismen değişmekle kalmış, özde
bir değişim ve dönüşüm olmamıştır. Bir yönüyle güç el değiştirmiş ancak yine
batıdaki devlet ve toplumun birlikte zenginleşmesi ve gelişme kültürü
geliştirilememiştir. Osmanlı dönemindeki saltanata dayalı iktidarın yerine adı
cumhuriyet de olsa gerçekte seçkinci bir iktidar kurulmuştur. Cumhuriyetin
ilanıyla birlikte görüntüde halk egemenliği diye nitelenen yönetim yine küçük
bir azınlığın egemenliği şeklinde devam etmiştir. Geçmişten beri getirilen
batılı kurum, kural ve uygulamaların kopyalanması geleneği aynı şekilde devam
etmiştir. Toplumu dönüştürme projesi toplumu dışarıda tutularak Osmanlı’daki
anlayışla hayata geçirilmeye çalışılmıştır.
Mevcut iktidar uzun
yıllar boyunca ezilenlerin temsilciliğini yapma söylemi ile ümit vadettiği toplumun
büyük çoğunluğundan destek almasına rağmen son aşamada tüm toplumu kucaklayacak
bir sistemi kurmak yerine kendine bağlı ayrıcalıklı bir zümre oluşturmayı
tercih etmiştir. Bu gün de kaynaklara yakın olanlar kendi ihtiyaçlarını karşılamada
mevcut kaynakları sonuna kadar kullanırken uzaktakilere sabır, tutumluluk,
tasarruf tavsiye etmektedirler.
Bugün toplumda
ilerleme, zenginleşme, yükselme mekanizmaları konusunda herkeste olumsuz bir
bakış açısı vardır. Tanıdık veya destekçin yoksa yükselemezsin, ilerlemek
istiyorsan siyasi makamlardan referansın olmalı, zenginleşmek için mutlaka
kamudan destek görmen gerekir gibi anlayışlar herkesin zihninde yer almaktadır.
Ehliyet ve liyakat denilen değerler sözde, kağıt üzerinde kalmaktadır. Eğitimin,
kendini geliştirmenin değeri yok denecek kadar azdır. Bu durum toplumda büyük
bir enerji kaybına, verimsizliğe, düzensizliğe ve hukuksuzluğa neden
olmaktadır.
Devlet yönetim
geleneği geçmişten bu güne büyük değişim olmaksızın devam etmektedir. Bu
geleneğin oluşturduğu kısır döngünün kırılması oldukça zor görünmektedir. Bugün
ülkemizde yaşanan devasa boyutlardaki deprem yıkımında bu olumsuzlukların payı
büyüktür.
İyi işlemeyen
devlet yönetimine dair göstergeler deprem sonrası yaşanan sorunlarda bol
miktarda görünmektedir. Merkezi ve yerel yönetim düzeyinde var olan kokuşmuşluk
ve çürümüşlük binlerce insanın hayatına, hesapsız maddi kayıplara ve nesiller
boyu unutulmayacak manevi yıkımlara neden olmuştur.
Osmanlıdan itibaren kurulamamış olan iyi işleyen devlet sistemi bu dönemde de kurulamamıştır. İyi işleyen devlet yönetim sistemi için görev, kural ve amaçlara bağlı kurumsal yapıların kurulması, bu yapıların başına gerçek anlamda iyi yetişmiş kişilerin yönetici olarak atanması gerekir. Kuralların gereğine göre topluma hizmet eder halde tutulan bu kurumlar aracılığıyla toplumun ve devletin birlikte zenginleşip güçlenmesi sağlanabilir. Toplumun tümünü kapsayacak, gözetecek, içerecek bir yönetim anlayışını gören her bir birey kendi gücünün karşılığını adaletli bir şekilde aldığını görmeye başladığı andan itibaren kendi gücünü en üst düzeye çıkarmak için çaba göstermek dışında başka yollara sapma ihtiyacı hissetmeyecektir. Bunun için herkesin üzerine büyük işler düşmektedir. İktidar hırsından vazgeçmek, toplumun tümünü dikkate alan kamu politikaları geliştirmek, ehliyetli ve liyakatli kişileri seçebilecek ve yetiştirebilecek kurumsal yapılar kurmakla işe bir an önce başlanması gerekiyor. Yaşanan sorunlar, çekilen sıkıntılar toplumu oluşturan bireyleri bir yönüyle terbiye ediyor. Toplum sorunlar ve sıkıntıların sonucunda doğru olana ulaşabilirse ne mutlu, aksi taktirde sorunların ve sıkıntıların altında topluca ezilmeye devam edilir.
Muhalifbakış |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder