2 Kasım 2022 Çarşamba

Cumhuriyet Tartışmaları Üzerine

İktidar partisinin yönetim kadrolarında yer alan Mahir ÜNAL bir konuşmasında "Cumhuriyet; bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir" sözlerini kullanmış. Bu sözler siyasal iktidarın paydaşları arasında tartışmalara neden olunca da istifa etmek zorunda kalmış.

Bu cümleyi söyleyen şahsın siyasal fikir temellerine bakıldığında islami bir kültürden geldiği görülüyor. Bu temelden gelen toplum kesimlerinde genelde bu tür bir bakış açısı geçmişten beri var. Bunun temelleri Cumhuriyet döneminde uygulanan tek parti politikalarına dayanıyor. Cumhuriyetin ilanı sonrası 1946 yılına kadar süren tek parti iktidarı süresince yeni kurulan rejimin oturması adına geçmiş uzun süre yok sayıldı, sanki mümkünmüş gibi geçmiş yok edilerek yeni bir ideolojik temele dayanan yepyeni bir toplum oluşturulmak istendi.

Toplumsal hayatın bir kuralı olan yasaklamaların dedikoduları güçlendirmesi kuralı bu alan için de söz konusu oldu. Cumhuriyetin kurulduğu dönemde halkın tarihten beri getirdiği kültürün gereği olarak toplumun içinde bulunduğu durum nedeniyle toplumsal bir tartışmanın yapılması da beklenemezdi denerek uygulanan ve cumhuriyet ruhuna uymayan otoriter devlet politikaları vatandaşı sindirmede araç olarak kullanıldı. Bu durum halkın konuşmasına, tartışmasına, sorgulamasına engel olan bir iklimin doğmasına neden oldu. Bu iklimde doğru ve açık bilginin yeri olamazdı. Zaten devleti yönetenlerde de toplumu oluşturan sıradan insanları adam yerine koyma çabası yoktu. Yönetenler vatandaşı önemsemeyip her tür uygulamaya boyun eğmeye mecbur bırakınca vatandaş da kendini yönetenlerden soyutlayarak kendi içinde bir bilgi üretim sistemi oluşturdu. Bu bilgi üretim sistemi daha çok dedikoduya dayanıyordu. Dedikoduya dayanan bilginin yanlış olduğu söylenemez ancak sistemli bir bilgi de değildir. Dedikoduya dayanan bilgide objektiflik yoktur. Tek yanlı, duygusal bakış vardır. Duygusal bakışta öfke, korku, hırs, intikam gibi duygular hakimdir. Bu yönüyle dikkatli bir şekilde ele alınması gerekir. Bununla birlikte dedikoduya dayanan bilgiyi kullanan insanların da tek taraflı bir şekilde suçlanmaması gerekir. Dedikodunun ortaya çıkması açık bilgi paylaşımının olmamasından kaynaklanır. Açık bilgi kanalları açık olmayınca zorunlu olarak insanlar dedikoduya dayanan bilgiye yönelmek zorunda kalırlar.

Aslında uzun Osmanlı dönemi içinde hemen hiçbir dönemde dil, lügat, düşünme, alfabeyi kullanma, okuma, yazma gibi entelektüel alışkanlıklar yaygınlık kazanamamıştı. Eğitim denilince akla sadece mahalle mektepleri, medreseler ve Enderun sistemi geliyordu. Bu sistemde Medrese ve Enderun toplumun çok küçük bir kesimi için faaliyette bulunan marjinal kurumlardı. Sadece devletin ihtiyaç duyduğu insan gücüne yönelik olarak çok küçük bir azınlık için çalışıyordu. Mahalle mektepleri ise sistemsiz, gelişigüzel ve derme çatma idi. Sıradan bir birey için kapsamlı, sistemli ve doyurucu bir eğitim faaliyeti hiçbir zaman olmadı. Osmanlı toplumunda eğitim denilince din akla geliyordu. Dini eğitim denilince de herkes için Kur’an okuma ve ilmihal bilgileri dışında başka bir eğitim düzeni yoktu. Medrese eğitimi toplumun tümünü kapsayamıyordu. Medreseyi bitirenler devlet kapısında bir hizmet alma dışında başka bir şey hedeflemiyordu. Bir başka deyişle Cumhuriyet öncesi dönemlerde de aslında dil, lügat, düşünme, alfabeyi kullanma, okuma ve yazma gibi bir alışkanlık yok denecek düzeydeydi. Cumhuriyetin yok ettiği fazla bir şey zaten yoktu. Bununla birlikte Cumhuriyet geçmişten beri var olan çizgiyi görmezden gelerek veya yok sayarak adeta sıfırdan bir başlangıç çabası içine girdi. Bu çabayla yapılan zaten yeterince var olmayan bir süreci yepyeni bir bakış açısıyla yeniden başlatma hedeflendi. Geçmişte de zaten yeterince bir şey yoktu, öyle ise her şeyi yeniden başlatma anlayışının doğru olduğunu iddia etmek de doğru değildir.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hayata geçirilmeye çalışılan toplum projesinde din her zaman geri planda kalmıştı. Din kavramı insanın vicdanına özgü bir iştir denilerek toplumsal hayatın dışına itilmeye çalışılan dindar anlayış geçmişten gelen bu dışlayıcı bakışı hiçbir zaman unutmadı. Unutulmasını da beklememek gerekiyor. Bugün dindar diye nitelenen camia içinde Mustafa Kemal Atatürk’e karşı olan antipatinin kökeninde geçmişten gelen bu anlayışın etkisi vardır. Diyanet teşkilatı da yine aynı şekilde özel bir isim olarak anmama inadının altında benzer bir anlayış bulunmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk şahsi hayatında dine karşı lakayt bir bakış açısına sahip olduğu halde ihtiyaç duyduğu zamanlarda bir argüman olarak hep kullandı. Cumhuriyet sonrası kişisel lakaytlık devlet yönetim anlayışı düzeyinde politikaların uygulanmasına yol açtı. Devletin en üst düzeyindeki yöneticisi durumunda olan kişi olarak halkın büyük çoğunluğunun zihninde dine uzak bir konuma oturtuldu. Kendisi de bu dönemde farklı bir şekilde görünme çabası içine girmedi. Bugün dindarlığı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş kişileri Mustafa Kemal Atatürk ile barıştırmaya çalışmak anlamsız. Mustafa Kemal Atatürk’ün kişisel hayatında dine atfettiği değeri gören insanlar onu dini ritüellerde anmak istememeleri doğal. Mustafa Kemal Atatürk de zaten böyle bir endişe veya beklenti içinde hiçbir zaman olmadı. Bugün söylem olarak kullanılan Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı camiler kapanırdı, dini hayat olmazdı, tamamen yabancıların güdümünde bir toplum olur çıkardık söylemleri de tarihi gerçeklikle uyuşmuyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtuluş savaşı diye nitelenen dönemlerdeki davranış ve söylemleri ile savaş sonrası devletin yönetimini eline aldığı dönemlerdeki davranış ve söylemleri birbirinden oldukça farklıdır. Cumhuriyetin ilan edildiği dönem savaşın bittiği bir dönemdi. Bu dönemde artık savaş sırasında toplumu savaşa teşvik için kullanılan dini söylemin yerini yeni bir uygarlığa geçiş, devrimlerle dönüştürülmek istenen, çağdaşlaştırılması gereken bir toplumun gideceği yolu gösteren bir söylem almıştı. Bu nedenle Cumhuriyetle dindarlığın ihyası arasında bir ilişki kurmak tarihi gerçeklerle uyuşmaz. Cumhuriyet, toplumun yöneten zümrenin zihnindeki dünya görüşüne göre yeniden şekillendirilmesi sürecidir. Bunun doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde düşünülüp konuşulması halen duru bir zihin yapısıyla yapılabilmiş değil. Halen bu konular ortaya döküldüğünde karşılıklı suçlamalar ve hakaretlerden başka bir söylem, dil kullanılamıyor. Bir asra yakın zamanın geçtiği günümüzde halen dil, lügat, düşünce sağlam bir temele oturabilmiş değil. Halen düşünce setlerimizi geliştirebilmiş değiliz.

Düşünce setleri diye nitelenen şeyler aslında zihinsel beceri ve alışkanlıkların kullanılması ile ilgili bir husustur. Düşünmek zihinsel bir faaliyettir. Düşünebilmek için bilgiye ihtiyaç vardır. Bilgi ise ancak okuma, konuşma, dinleme, tartışma, sorgulama gibi faaliyetlerle gelişir. Dil, bilginin bir başka gelişim alanı olarak sürekli kullanılırsa gelişir. Dilin kullanım alanının da yine zihinsel faaliyetler içinde olması halinde gelişmesi mümkündür. Günlük hayatında okumak, yazmak, düşünmek, konuşmak, sorgulamak gibi alışkanlıklar gelişmediği sürece düşünce setlerinin gelişmesi de mümkün değildir. Bu setlerin gelişmediğini söyleyen dindarlık sıfatını kendilerine bayrak edinmiş söz sahiplerinin en büyük değer atfettiği din konusunda da benzer kısırlığın, yetersizliğin olduğu görülür. Din konusunda da insanlar derinlemesine bir bilgi edinme alışkanlık ve kültürüne sahip olamamışlardır. Düşünce setlerinin gelişmesi durup dururken kendiliğinden ortaya çıkmaz. Bunun için her bir bireyin uzun süreli çabalar göstermesi gerekir. Bu uzun süreli kişisel çabaların kurumsal yapılarla desteklenmesine ihtiyaç vardır. Devlet mekanizmasının da bu alanın gelişmesine katkı için çaba göstermesi şarttır. Sıradan insanlar günlük hayatlarında gereken çabayı göstermeye yanaşmıyor. Toplumun tümünü çevreleyen devlet mekanizması bu konuların gündeme gelmesi, desteklenmesi yerine boğmaya çalışıyor. Böylesi bir ortamda düşünce setlerinin gelişmesi mümkün olamaz.

Düşünce setlerinin gelişmesi için önce dili, kitabı, kalemi, kağıdı kullanma alışkanlığının yemek içmek kadar doğal ve yaygın olduğu bir toplumsal hayatın olması gerekir. Ardından bağımsız, güçlü ve yaygın bir basın, yayın, medya sisteminin bu hayatın her alanında gücünü hissettirebilmesi gerekir. Her sokakta üçer beşer tane var olan kahvehanelerin yerini kütüphanelerin alması, her evde kitaplıkların olması gerekiyor. Her konuda geniş bir hoşgörüyle karşılaşılan tartışma ortamlarının, sorgulama meclislerinin olması gerekir. Bunların gelişmediği bir toplumda takım tutar gibi parti tutma, tartışma ve kavgalar eksik olmayacaktır.

  

 

          Muhalifbakış

 

izmirmuhammedali@gmail.com

 

                                  

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...