İktidar partisinin yönetim
kadrolarında yer alan Mahir ÜNAL bir konuşmasında "Cumhuriyet;
bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok
etmiştir" sözlerini kullanmış. Bu sözler siyasal
iktidarın paydaşları arasında tartışmalara neden olunca da istifa etmek zorunda
kalmış.
Bu cümleyi söyleyen şahsın siyasal fikir
temellerine bakıldığında islami bir kültürden geldiği görülüyor. Bu temelden
gelen toplum kesimlerinde genelde bu tür bir bakış açısı geçmişten beri var.
Bunun temelleri Cumhuriyet döneminde uygulanan tek parti politikalarına
dayanıyor. Cumhuriyetin ilanı sonrası 1946 yılına kadar süren tek parti
iktidarı süresince yeni kurulan rejimin oturması adına geçmiş uzun süre yok
sayıldı, sanki mümkünmüş gibi geçmiş yok edilerek yeni bir ideolojik temele
dayanan yepyeni bir toplum oluşturulmak istendi.
Toplumsal hayatın bir kuralı olan
yasaklamaların dedikoduları güçlendirmesi kuralı bu alan için de söz konusu
oldu. Cumhuriyetin kurulduğu dönemde halkın tarihten beri getirdiği kültürün
gereği olarak toplumun içinde bulunduğu durum nedeniyle toplumsal bir
tartışmanın yapılması da beklenemezdi denerek uygulanan ve cumhuriyet ruhuna
uymayan otoriter devlet politikaları vatandaşı sindirmede araç olarak
kullanıldı. Bu durum halkın konuşmasına, tartışmasına, sorgulamasına engel olan
bir iklimin doğmasına neden oldu. Bu iklimde doğru ve açık bilginin yeri
olamazdı. Zaten devleti yönetenlerde de toplumu oluşturan sıradan insanları
adam yerine koyma çabası yoktu. Yönetenler vatandaşı önemsemeyip her tür
uygulamaya boyun eğmeye mecbur bırakınca vatandaş da kendini yönetenlerden
soyutlayarak kendi içinde bir bilgi üretim sistemi oluşturdu. Bu bilgi üretim
sistemi daha çok dedikoduya dayanıyordu. Dedikoduya dayanan bilginin yanlış
olduğu söylenemez ancak sistemli bir bilgi de değildir. Dedikoduya dayanan
bilgide objektiflik yoktur. Tek yanlı, duygusal bakış vardır. Duygusal bakışta
öfke, korku, hırs, intikam gibi duygular hakimdir. Bu yönüyle dikkatli bir şekilde
ele alınması gerekir. Bununla birlikte dedikoduya dayanan bilgiyi kullanan
insanların da tek taraflı bir şekilde suçlanmaması gerekir. Dedikodunun ortaya
çıkması açık bilgi paylaşımının olmamasından kaynaklanır. Açık bilgi kanalları
açık olmayınca zorunlu olarak insanlar dedikoduya dayanan bilgiye yönelmek
zorunda kalırlar.
Aslında uzun Osmanlı dönemi içinde hemen hiçbir
dönemde dil, lügat, düşünme, alfabeyi kullanma, okuma, yazma gibi entelektüel alışkanlıklar
yaygınlık kazanamamıştı. Eğitim denilince akla sadece mahalle mektepleri,
medreseler ve Enderun sistemi geliyordu. Bu sistemde Medrese ve Enderun
toplumun çok küçük bir kesimi için faaliyette bulunan marjinal kurumlardı.
Sadece devletin ihtiyaç duyduğu insan gücüne yönelik olarak çok küçük bir
azınlık için çalışıyordu. Mahalle mektepleri ise sistemsiz, gelişigüzel ve
derme çatma idi. Sıradan bir birey için kapsamlı, sistemli ve doyurucu bir
eğitim faaliyeti hiçbir zaman olmadı. Osmanlı toplumunda eğitim denilince din
akla geliyordu. Dini eğitim denilince de herkes için Kur’an okuma ve ilmihal
bilgileri dışında başka bir eğitim düzeni yoktu. Medrese eğitimi toplumun
tümünü kapsayamıyordu. Medreseyi bitirenler devlet kapısında bir hizmet alma
dışında başka bir şey hedeflemiyordu. Bir başka deyişle Cumhuriyet öncesi dönemlerde
de aslında dil, lügat, düşünme, alfabeyi kullanma, okuma ve yazma gibi bir
alışkanlık yok denecek düzeydeydi. Cumhuriyetin yok ettiği fazla bir şey zaten
yoktu. Bununla birlikte Cumhuriyet geçmişten beri var olan çizgiyi görmezden
gelerek veya yok sayarak adeta sıfırdan bir başlangıç çabası içine girdi. Bu
çabayla yapılan zaten yeterince var olmayan bir süreci yepyeni bir bakış
açısıyla yeniden başlatma hedeflendi. Geçmişte de zaten yeterince bir şey
yoktu, öyle ise her şeyi yeniden başlatma anlayışının doğru olduğunu iddia
etmek de doğru değildir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hayata
geçirilmeye çalışılan toplum projesinde din her zaman geri planda kalmıştı. Din
kavramı insanın vicdanına özgü bir iştir denilerek toplumsal hayatın dışına
itilmeye çalışılan dindar anlayış geçmişten gelen bu dışlayıcı bakışı hiçbir zaman
unutmadı. Unutulmasını da beklememek gerekiyor. Bugün dindar diye nitelenen
camia içinde Mustafa Kemal Atatürk’e karşı olan antipatinin kökeninde geçmişten
gelen bu anlayışın etkisi vardır. Diyanet teşkilatı da yine aynı şekilde özel
bir isim olarak anmama inadının altında benzer bir anlayış bulunmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk şahsi hayatında dine karşı lakayt bir bakış açısına sahip
olduğu halde ihtiyaç duyduğu zamanlarda bir argüman olarak hep kullandı. Cumhuriyet
sonrası kişisel lakaytlık devlet yönetim anlayışı düzeyinde politikaların
uygulanmasına yol açtı. Devletin en üst düzeyindeki yöneticisi durumunda olan
kişi olarak halkın büyük çoğunluğunun zihninde dine uzak bir konuma oturtuldu.
Kendisi de bu dönemde farklı bir şekilde görünme çabası içine girmedi. Bugün
dindarlığı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş kişileri Mustafa Kemal Atatürk
ile barıştırmaya çalışmak anlamsız. Mustafa Kemal Atatürk’ün kişisel hayatında
dine atfettiği değeri gören insanlar onu dini ritüellerde anmak istememeleri
doğal. Mustafa Kemal Atatürk de zaten böyle bir endişe veya beklenti içinde
hiçbir zaman olmadı. Bugün söylem olarak kullanılan Mustafa Kemal Atatürk
olmasaydı camiler kapanırdı, dini hayat olmazdı, tamamen yabancıların güdümünde
bir toplum olur çıkardık söylemleri de tarihi gerçeklikle uyuşmuyor. Mustafa
Kemal Atatürk’ün kurtuluş savaşı diye nitelenen dönemlerdeki davranış ve
söylemleri ile savaş sonrası devletin yönetimini eline aldığı dönemlerdeki
davranış ve söylemleri birbirinden oldukça farklıdır. Cumhuriyetin ilan
edildiği dönem savaşın bittiği bir dönemdi. Bu dönemde artık savaş sırasında
toplumu savaşa teşvik için kullanılan dini söylemin yerini yeni bir uygarlığa
geçiş, devrimlerle dönüştürülmek istenen, çağdaşlaştırılması gereken bir
toplumun gideceği yolu gösteren bir söylem almıştı. Bu nedenle Cumhuriyetle
dindarlığın ihyası arasında bir ilişki kurmak tarihi gerçeklerle uyuşmaz. Cumhuriyet,
toplumun yöneten zümrenin zihnindeki dünya görüşüne göre yeniden şekillendirilmesi
sürecidir. Bunun doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde düşünülüp konuşulması halen
duru bir zihin yapısıyla yapılabilmiş değil. Halen bu konular ortaya döküldüğünde
karşılıklı suçlamalar ve hakaretlerden başka bir söylem, dil kullanılamıyor.
Bir asra yakın zamanın geçtiği günümüzde halen dil, lügat, düşünce sağlam bir
temele oturabilmiş değil. Halen düşünce setlerimizi geliştirebilmiş değiliz.
Düşünce setleri diye nitelenen şeyler aslında zihinsel
beceri ve alışkanlıkların kullanılması ile ilgili bir husustur. Düşünmek
zihinsel bir faaliyettir. Düşünebilmek için bilgiye ihtiyaç vardır. Bilgi ise
ancak okuma, konuşma, dinleme, tartışma, sorgulama gibi faaliyetlerle gelişir.
Dil, bilginin bir başka gelişim alanı olarak sürekli kullanılırsa gelişir. Dilin
kullanım alanının da yine zihinsel faaliyetler içinde olması halinde gelişmesi
mümkündür. Günlük hayatında okumak, yazmak, düşünmek, konuşmak, sorgulamak gibi
alışkanlıklar gelişmediği sürece düşünce setlerinin gelişmesi de mümkün
değildir. Bu setlerin gelişmediğini söyleyen dindarlık sıfatını kendilerine
bayrak edinmiş söz sahiplerinin en büyük değer atfettiği din konusunda da
benzer kısırlığın, yetersizliğin olduğu görülür. Din konusunda da insanlar
derinlemesine bir bilgi edinme alışkanlık ve kültürüne sahip olamamışlardır.
Düşünce setlerinin gelişmesi durup dururken kendiliğinden ortaya çıkmaz. Bunun
için her bir bireyin uzun süreli çabalar göstermesi gerekir. Bu uzun süreli
kişisel çabaların kurumsal yapılarla desteklenmesine ihtiyaç vardır. Devlet
mekanizmasının da bu alanın gelişmesine katkı için çaba göstermesi şarttır.
Sıradan insanlar günlük hayatlarında gereken çabayı göstermeye yanaşmıyor.
Toplumun tümünü çevreleyen devlet mekanizması bu konuların gündeme gelmesi,
desteklenmesi yerine boğmaya çalışıyor. Böylesi bir ortamda düşünce setlerinin
gelişmesi mümkün olamaz.
Düşünce setlerinin gelişmesi için önce dili,
kitabı, kalemi, kağıdı kullanma alışkanlığının yemek içmek kadar doğal ve
yaygın olduğu bir toplumsal hayatın olması gerekir. Ardından bağımsız, güçlü ve
yaygın bir basın, yayın, medya sisteminin bu hayatın her alanında gücünü
hissettirebilmesi gerekir. Her sokakta üçer beşer tane var olan kahvehanelerin
yerini kütüphanelerin alması, her evde kitaplıkların olması gerekiyor. Her
konuda geniş bir hoşgörüyle karşılaşılan tartışma ortamlarının, sorgulama
meclislerinin olması gerekir. Bunların gelişmediği bir toplumda takım tutar
gibi parti tutma, tartışma ve kavgalar eksik olmayacaktır.
|
Muhalifbakış |
|
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder