28 Ekim 2022 Cuma

Yarın Cumhuriyet İlan Ediyoruz!!!


 

             Bu söz 28 Ekim 1923 gecesi Mustafa Kemal tarafından arkadaşlarına söylenmiş bir söz. Bu gün toplumun büyük bir kesiminde var olan bir düşünce, söylem var ki her zaman her yerde çok doğal bir ifade olarak kabul ediliyor. Bu söylem/düşünce; Cumhuriyet olmasa idi bu ülkede isimlerimiz, dinimiz, kültürümüz, bağımsızlığımız vb. her şeyimiz bu durumda olmazdı. Buradan hareketle Mustafa Kemal ismi adeta kutsallaştırılıyor. Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda henüz Atatürk soyadını almamıştı. Bugün Mustafa Kemal ismi Atatürk’süz söylenince düşmanlık olarak algılanıyor. Bu durum bile toplumdaki önyargıların ne kadar güçlü olduğunun açık bir göstergesi. Toplumda halen ön yargısız bir değerlendirme alışkanlığı gelişemiş durumda iken Cumhuriyetin bizi bu günlere getirdiğini iddia etmek ne kadar gerçekçi sorusu insanın zihninde duruyor.

            Cumhuriyetin ilan edildiği tarih Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir projesi olarak hayata geçmiştir. Bu yönüyle yeni bir yönetim şeklinin ortaya çıkarılmış olması geçmişten beri gelen sorunlardan soyutlanmanın başlangıcı olarak önemli bir aşama olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte Cumhuriyetin ilan edildiği tarihini öncesinden soyutlayarak ele alabilmek mümkün değil. Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte adeta bir sihirli değneğin değmesi gibi her şeyin bir anda değiştiğini kabul etmek geçmişi, bugünü ve yarını doğru bir şekilde değerlendirememe anlamına gelecektir.

            Mustafa Kemal ATATÜRK ismini Cumhuriyetten soyutlamak ülkemiz tarihi açısından mümkün değil. Sonuçta bu rejimi hayata geçirme sürecinde baş rolü oynayan kişi Mustafa Kemal ATATÜRK idi. Bununla birlikte Cumhuriyetin ilanı ile birlikte toplumsal yaşamın da büyük oranda Cumhuriyet rejiminin getirdiği düzene kavuştuğunu iddia etmek doğru olmaz. Belki o günün şartlarında toplumun bir anda Cumhuriyet rejimini anlayabilmesini, kabul edebilmesini beklemek gerekirdi denebilir. Bu söylemin de doğruluk payı oldukça fazla. Bununla birlikte o zaman Cumhuriyet ilan edildi, her şey değişti söyleminin ve bugün o dönemi kutsamanın da doğru olmadığını kabul etmek gerekiyor. Cumhuriyet ilan edilmekle toplumsal hayatın hiçbir alanı yeni rejimin gereğine uygun bir hale gelememiş iken ilan gününün bu kadar kutsanması çok doğru bir davranış değil. Cumhuriyetin ilan edilmesi bir başlangıç idi. Bu adımın atılması ile birlikte bir sürece girildi, bu sürece giriliş tarihinin de önemsenmesi gerekir denebilir. Oysa Cumhuriyetin ilanı ile birlikte toplumsal hayatta bir şey değişmemiş iken başka alanlarda değişti mi sorusunun cevabına da bakmak gerekiyor. Aslında içinde yaşadığımız bu gün dahi Cumhuriyet yönetiminin, rejiminin her şeyiyle hayata geçtiğini söylemek mümkün değil.

            Cumhuriyetin ilanı ile birlikte değişen şey sadece padişahın yerine Cumhurbaşkanının seçilmesi sisteminin gelmesidir. Cumhurbaşkanı o günkü şartlarda meclis tarafından seçiliyordu. Meclise kimin geleceği Cumhurbaşkanı tarafından belirleniyordu. Seçim sistemi 1946 yılına kadar tek parti ile devam etti. Tek partinin olduğu bir sistemde milletvekillerinin kim olacağına karar veren Cumhurbaşkanının seçimle belirlenmesinin Cumhuriyet rejiminin hangi olumlu yönünü gösterdiği sorusunun cevabı yok. Halk görüntüde kendisini yönetecek kişiler olan vekillerini seçiyordu denilse bu kişiler halkın bilgisiyle, iradesiyle belirlenmiyordu. Bu gün de aynı durum söz konusu. Bu gün de halkın bilinçli olmadığı söylemini iddia etmek çok gerçekçi değil.

            Cumhuriyetin ilan ediliş tarihine bakıldığında savaşın tamamen sona erdiği bir döneme rastladığı görülür. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün savaş sırasında Cumhuriyet rejimine geçileceği vaadiyle insanları kurtuluş savaşına teşvik ettiğine dair tek bir tarihi kayıt yok. Öyle iken Cumhuriyet olmasaydı kurtuluş savaşında işgallerden kurtulamazdık söylemi de doğru değil. Kültürümüzü, değerlerimizi, dinimizi, vatanımızı korumak için savaşırken Cumhuriyetin adı anılmıyordu. Dolayısıyla Cumhuriyet olmasaydı adımız, dinimiz, vatanımız olmazdı söyleminin tarihi gerçeklikle ilgili yoktur. Tamamen duygusal bir söylemdir. Cumhuriyet fikrinin ilk defa Mustafa Kemal Atatürk tarafından ortaya atıldığı söylemi de doğru bir değerlendirme değil. Tanzimat dönemi sonrası batı ile girilen etkilemiş sürecinde cumhuriyet fikri zaman zaman dile getirilen bir söylem idi. Bu söylem zamanla Mustafa Kemal Atatürk’ün de zihnine yerleşmiştir.

            Cumhuriyet rejiminin yerini aldığı önceki Osmanlı yönetim sisteminin hayalini kuruyor, beğeniyor değilim. Osmanlı yönetim sistemi çağın getirdiği şartlara uyum sağlama yönünde bir çaba içinde bulunmak yerine var olan konumunu koruma adına çağın şartlarına gözünü kapattığı için mevcut şekliyle var olmayı hak etmiyordu. Bu gün de hiç kimse bir ailenin içinden seçilerek gelen kişilere devlet yönetiminin teslim edilmesini kabul etmez/etmemeli. Bu gün zaman zaman ön plana çıkarılan Osmanlı soyundan gelenlerin etrafında toplanmaya çalışanların desteklenmesi saçma bir davranış. Ancak bu durumun sadece Cumhuriyet rejimine geçişin bir gereği olarak görülmesi anlamsız. Bugün dünyada cumhuriyet rejimi ile yönetilmediği halde dünyada herkesin beğeni ve hayranlığını kazanan ülke yönetimleri var. Sonuçta keramet cumhuriyet rejiminde değil. Çağın şartlarını ve gereklerini doğru okuyan bir yönetim sistemi kurulup toplumun tümünün ihtiyaçlarını karşılamak, toplumun sorunlarının çözümünü sağlamak amacıyla işletilmesi önemlidir. Bunu hangi rejim yaparsa yapsın bu amacın göz ardı edilmemesi gerekiyor. Bu gün Japonya’da imparator, İngiltere’de kraliyet var. Diğer başka ülkelerde de farklı yönetim sistemleri var. Buna rağmen bu ve benzeri ülkeler toplumlarına hizmet etmede en gelişmiş bir yönetim sistemine sahip durumdalar.

            Bizde Cumhuriyet kuruldu ancak halkın eğitim ihtiyacı, ekonomik, sosyal, kültürel pek çok ihtiyaçları halen gerektiği gibi karşılanabilmiş değil. Sorunlar yumağının içinde debelenmeye devam ediyoruz. Halen iyi işleyen bir yasama, yürütme, yargı sistemi yok. Bağımsız bir basın yok. Yönetimi ele geçirenler kendilerine göre yönetim erkini istedikleri gibi kullanabiliyor. Ülkenin alt ve üst yapısı eksiklerle, sorunlarla dolu. Yerel yönetim geleneği halen oluşabilmiş değil. Tüm bu eksikliklere rağmen her şeyimizi borçlu olduğumuz cumhuriyete teşekkür etmeye devam.

 

 

Muhalifbakış

 

izmirmuhammedali@gmail.com

 

Sapkın Fikirlere Anayasa Engeli Söylemi!!!

    Sapkın diye nitelenen fikirlerin yapılacak bir anayasa değişikliği ile engellenebileceği söyleminin gerçeklikle bir ilgisi yok. Buna rağmen siyasal iktidar bu tür söylemleri ısrarla gündeme getirmeye, gündemde tutmaya çalışıyor. Bundaki temel niyetin topluma mesaj verme çabası olduğu açık. Topluma verilmek istenen mesaj biz iktidar olarak toplumun değerlerinin savunulucuğunu, koruyuculuğunu yapıyoruz. Bu nedenle yaklaşan seçimlerde bizi tercih etmeye devam edin denmek isteniyor.

            İstanbul uzun yıllar boyunca Osmanlı’nın baş kentliğini yapmış bir şehir. Bu şehrin özellikle Osmanlı döneminde merkezi konumda olan yerleşim yerleri gezdiğinizde aynı meydanda, sokakta pek çok cami olduğu görülür. Öyle ki camiler karşı karşıya, üç beş adım mesafeyle yaptırılmıştır. Bunları yaptıranlara bakıldığında genelde üst düzey bürokrat olan paşalar oldukları görülür. Vezirler, sadrazamlar başta olmak üzere devletin yönetim makamlarında bulunan kişiler tarafından yaptırılan bu camiler yanında padişahlar, padişah eşleri, anneleri veya diğer yakınları tarafından da camilerin yaptırıldığı görülür. Bu camilerin yapılmış olması toplumun dindarlığının bir göstergesinden çok bir yönüyle topluma, toplumun önderi durumunda olan kişi ve gruplara yönelik mesaj verilme endişesidir. Bir başka yönden de sahip olunan mal ve mülkün müsadere edilmesinin önüne geçme endişesidir.

            Cami yaptıran öyle padişahlar veya ileri gelen devlet yöneticileri vardır ki bunların günlük yaşayışlarının dinle ilgisi olmayan pek çok yönü olduğu görülür. Dinin haram saydığı pek çok alışkanlıkları yapan kişilerin cami yaptırmış olmasını, üstelik bu camilerin adım başına yapılmış olmasının dini ihtiyaçla bir ilişkisi olduğunu söylemek zorlayıcı bir yorumdur. Dönemin devlet ideolojisi ilayı kelimetullah idi. Böyle bir ideolojiyle uyumlu olduğunu göstermek en kolay cami yaptırmakla mümkün idi.

            Yaptırılan camilerin günlük ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla vakıflar kurularak mal bağışında bulunuluyordu. Bu malların sahibi durumunda olan vakıfların yönetim heyetleri vakfı kuran kişinin yakınları arasından belirleniyordu. Böyle olunca mala sahip olanlar dolaylı yönden sahip oldukları malların yönetimini yakınlarına kolayla aktarabiliyordu. Vakıf mallarının müsaderesi mümkün olmadığı için atanan kişiler ve sonraki nesiller var olduğu sürece malların yönetimine sahip olabiliyordu.

            Bugün iktidarda bulunan siyasal hareketin geçmişi de bu yönüyle Osmanlı’ya hayranlık besleyen bir anlayıştan geliyor. Toplumun büyük çoğunluğu arasında okuma, araştırma, sorgulama alışkanlığının olmaması siyasi iktidarın işini kolaylaştırıyor. Toplumda en fazla değer atfedilen alan din olduğu için iktidar da bu değere yönelik sonuna kadar mesaj vermekten kaçınmıyor. Dindar nesil yetiştirme vaadi, imam hatip okullarının, Kur’an kurslarının, diyanetin her yönden desteklenmesi toplumda önem atfedilen dini değerlerin sahiplenildiğine dair bir mesajdan öte bir anlam ifade etmiyor ne yazık ki. Bu gün gündeme gelen sapkın fikirlerin anayasal düzenlemelerle engellenmesi söylemi de bu tür bir mesaj.

            Sapkın fikir denilen söyleme bakıldığında adı üstünde bir fikir olarak insanların zihinlerinden kaynaklanan bir olgu. Zihinde var olan bir olgunun engellenmesi anayasal düzenlemeyle değil ancak her bir insanın zihninde doğru bir düşünce, ideal yerleştirilerek mümkün olabilir. Bu ise genel anlamda eğitim sisteminin bir işidir. Oysa mevcut iktidar eğitim sistemini sürekli yap-bozlarla işlevsiz bir araca dönüştürmüş durumdadır. Eğitim sisteminin işlevselliği kadar bu sistemi destekleyen alt ve üst sistemlerin iyi işlemesi de bir gerekliliktir. Bir başka deyişle sadece eğitim sisteminin çabası ile toplumdaki düşünce sistemi değiştirilemez. Eğitim sistemi oluşturulmuş düşünce sisteminin topluma ve toplumu oluşturan bireylere aktarılmasında organik bir yapıdır. Bu organik yapının bağlı olduğu alt ve üst sistemler eğitim sisteminin çalışma düzenini çok fazla etkiler. Bu etki öyle bir duruma gelir ki eğitim sistemi bugün bizdeki olduğu gibi işlevsizleşebileceği gibi etkin bir işleve de dönüşebilir. Üst sistem denilen yapı genel olarak devletin üst düzey yönetim sistemidir. Üst düzey yönetim sistemi eğitim sisteminin işlevselliğine olumlu veya olumsuz büyük etki yapmaktadır. Bu gün bizde olumsuz bir etki söz konusudur. Devletin üst düzey yönetim sistemi kendine özgü bir şekilde eğitim sisteminin işlemesine fırsat vermemektedir. Eğitim sisteminin bürokratik işleyiş düzeninde bir sistem yoktur. Bürokrasi sürekli üstten müdahalelerle ne yapacağını bilmez bir hale gelmiştir. Bürokratik işleyişte ehliyet ve liyakati önceleyen bir düzen yoktur. Eğitim sisteminin ihtiyaç duyduğu insan gücü kaynağı yetiştiren bir sistem yoktur. Bu sistemsizlik adamını bulan herkesin her yerde görev alabilmesine neden olmaktadır. Sistemi tanımayan kişilerin bulunduğu mevki ve makamlar, kurum ve kuruluşlar kendileri için belirlenmiş görev ve sorumlulukları yerine getirememekte, sürekli kaynak tüketirken hiçbir üretim yapamamaktadır. İnsan gücü israfı, kaynak israfı, zaman israfı gibi her alanda var olan israf eğitim sisteminin işlevsizleşmesine neden olmaktadır. Bugün geçmişten bugüne gelen sürece yakından bakıldığında geçmişte var olan hemen her sorun aynı şekliyle varlığını devam ettirirken gelişen dünya ve teknoloji ile birlikte ortaya yeni sorunlar da çıkmıştır. Eski ve yeni sorunları ile eğitim sisteminde istenen başarının, verimin, işleyiş düzeninin sağlanabilmesi mümkün değildir. Bu yönüyle mevcut yönetim anlayışı ile mevcut eğitim sisteminin başarılı bir işleyişe kavuşabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla eğitim sisteminin bu şekliyle kendinden beklenen görev ve sorumlulukları işlevleri yerine getirmesini beklemek boş bir hayaldir.

         Mevcut iktidar genel yönetim anlayışını değiştirmeyi, yönetim anlayışını çağın gerektirdiği bir yapıya kavuşturmayı istememektedir. Zira yönetim anlayışı toplumun genelinin menfaatini düşünmesi, her alana müdahil etmek yerine her alanın kendine özgü çalışma düzenine uygun özerk bir işleyiş yapısı kurmasını gerektirmektedir. Bu durum iktidarda bulunan ve yönetme hırsına büyük oranda kendini kaptırmış olan yöneticilerin arzu ve isteklerine uymamaktadır. Her yere müdahil olmanın verdiği psikolojik doyum toplumun geneline zarar verdiği halde bunu görmek, kabul etmek istememektedirler.

              Toplumda uzun yıllar boyunca var olan kamplaşmanın ortaya çıkardığı güvensiz ortam içinde iktidarın yaşadığı mağduriyet kendisini toplum nezdinde ödüllendirilmesi düşüncesini doğurdu ve sonuçta yirmi yılı aşan bir süredir mağduriyetin meyvelerini yiyen iktidar başta kurduğu sistemi toplumun genelinin yararına işletmek yerine kendine ram olacak gruplar oluşturmaya hizmet edecek şekilde işletmeye yöneldi. Bu durum iktidarın en büyük handikabı. Bu handikap iktidarın başındakilere güç devşirme imkanı verdiği halde toplumun geneline yarar sağlamadı. Bunun yerine küçük küçük menfaat grupları oluşturuldu. Oluşturulan menfaat grupları sahip oldukları avantajların devamı adına kurulan sistemi ayakta tutmaya çalışıyor. Ancak menfaat grupları ortaya çıkan artı değeri toplumla paylaşmak istemedikleri için toplumun genelinde hoşnutsuzluk ortaya çıkmasına neden oldu. Toplumda iktidara ehil olduğunu gösteremeyen bir muhalefetin olması mevcut iktidar için en büyük avantaj. Buna rağmen yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal sorunlar artık katlanılamaz hale dönüşmeye başladı. İktidarın mevcut kötü gidişi geri çevirebilmesi ancak oluşturduğu menfaat gruplarını terk etmesine bağlı iken iktidarın bunu yapabilmesi kendisini destekleyen kitlenin azalmasına neden olacak. Bu nedenle bu yolu tercih de edemiyorlar. Kendilerine bağlı kitleleri tutabilme adına sürekli mesajlarla algı yönetilmeye çalışılıyor. Sapkın fikirlerle mücadele söylemi de bu algının yönetilmesine yönelik bir çabadan öte bir anlam taşımıyor.

 

 

Muhalifbakış

 

izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 

 

 

9 Ekim 2022 Pazar

Yaşanan Krizin Analizi

Cumhurbaşkanı son sekiz dokuz yıldır her taraftan saldırıya uğradıklarını, en son saldırının da ekonomik alanda olduğunu iddia ediyor.

            Geçmişin başbakanı, bugünün cumhurbaşkanı siyaset sahnesinde uzun zamandır bulunmasına rağmen İstanbul Belediye başkanlığına seçilmesi ile birlikte ülke çapında adını duyurdu. Onun siyasal geçmişine herkes kendince şahit olabildiği kadarıyla şahit. Yaşadıklarını en iyi kendisi ve yakın çevresindekiler biliyor. Siyasal bir kişilik olarak ülke gündemine gelmesine neden olan şey okuduğu şiir sonrası hapse atılmasıdır. Hapse atan irade onun siyasal hayatına son vermeyi hedeflerken tersine ülkenin en büyük siyasal gücü haline gelmesine neden oldu. Ülkeyi kendi özel malları gibi görüp keyfi olarak her alanı düzenleyebileceklerini zannedenler topluma öylesine yabancılaşmışlardı ki toplumdaki değişimi doğru okumaktan uzak kaldılar. Toplum da kendilerini yıllarca görmezden gelen, yok sayan, adam yerine koymayan güç odaklarının adeta damarlarına basarcasına onların yok etmek istediklerini baş tacı ettiler. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN bu yönüyle önemli bir figür olarak bu şekilde ortaya çıktı.

            AK PARTİ/AKP iktidarının ilk yıllarından itibaren güç odakları onu boğabileceklerini zannederek üzerine giderken toplumsal desteğin artmasına neden oldular. Partiye açılan kapatma davası mağduriyeti daha da büyütürken 367 krizi güç odaklarına karşı öfkeyi daha da büyüttü. Toplumun bu bakış açısı AK PARTİ/AKP iktidarının ilk zamanlardan itibaren gözü kapalı desteklenmesine neden oldu. Kapatma davasının geçiştirilmesi sonrası cumhurbaşkanı seçme imkanından yoksun bırakılmaya çalışılan iktidar seçimler sonrası daha büyük bir güçle yeniden iktidara gelince artık güç odaklarının kullanabileceği tüm güçler ellerinin arasından kayıp gitti. 2010 yılı yönüyle önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarih güç odaklarının büyük oranda sahip oldukları gücü kaybettiklerinin miladı gibidir. Aslında 2010 yılına kadar iktidar kendisiyle mücadele edenlere karşı toplumdaki her kesimle işbirliğini sonuna kadar kullanmaktan kaçınmadı. Bu çerçevede o günlerde hizmet hareketi diye nitelenen, 2012-2013 sonrası paralel devlet nitelemesine dönüşen, 15 Temmuz 2016 sonrası FETÖ terör örgütü olarak tescillenen hareket de o günlerde işbirliğine girilen en büyük ve güçlü odakların başında geliyordu. Bu grubun sahip olduğu emniyet, yargı ve bürokrasideki örgütlü güçler yanında sonradan ortaya çıkan medya ve sivil toplum gücünü de mevcut iktidar her zaman yanında buldu. Askerlerin ön planda olduğu aktörlerin rol oynadığı sanal planlardan hareketle topluma yönelik mühendislik faaliyetlerini konu alan çeşitli operasyonlara dayanarak açılan davalar perde arkasındaki güç odaklarının terbiye edilmesinde önemli bir araç olarak kullanıldı. 2010 yılı bu işbirliğinin doruğa çıktığı bir dönemdir. 2010 anayasa değişiklik paketi hükümetle hizmet hareketi/paralel devlet/FETÖ hareketinin işbirliğinin son ve zirve noktasıdır. Bu tarihten itibaren iki ortak arasında mücadelenin de başladığı bir dönüm noktasına girildiği görülür.

            Siyasal bir figür olarak 1994 yılından beri toplumun gözü önüne çıkmış olan Recep Tayyip ERDOĞAN bu süreçte önceleri partisini bile yanında uzun süre göremedi. Hükümetle işbirliği yaparak kendine önemli mevziler kazanan FETÖ hareketi aslında geçmişten beri varlığını her dönem sürdürmüş olan bir hareketti. Geçmişte küçük bir grup hareketi olarak başlayan bu hareket yıllar yılı dini cemaat grupları arasında kendini her zaman farklı bir konumda tutarak ayrıştırmıştı. Diğer gruplar da onları kendilerinden farklı bir konumda tutarak hep uzak durmuşlardı. Bununla birlikte toplumun içinde tüm diğer gruplar gibi onlar da kendilerine bağlı taraftarlar bulmayı başarmıştı. Hoşgörü, diyaloğ gibi kavramları kullanarak dinin keskin olmayan, herkese hoş gelebilecek yönlerini öne çıkararak dindarlığın mümkün olabileceğine dair söylemleri ile toplumda var olan bilinçsiz fakat güçlü din anlayışını kendine çekmeyi başarmışlardı. Toplumun kendini yok sayan yönetim anlayışına tepki olarak sahiplendiği muhafazakar bakışı milliyetçi argümanlarla da süslemeyi başaran bu grup zamanla toplumun her kesimine ulaşmayı başardı. Eğitim, emniyet, yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisinde her geçen gün daha da güçlendiler. Kendilerine düşmanlık besleyen her gruba yönelik uzun vadeli planlar geliştirerek dostlarını artırırken düşmanlarını azaltmayı hedeflediler. Resmi bürokrasi yanında sivil alanda, medya sektöründe, eğitim başta olmak üzere ticaret, spor ve daha diğer tüm alanlarda örgütlenmeyi başardılar. Yurt dışında ülkeyi temsil ediyoruz söylemlerini kullanarak Türkçe olimpiyatları gibi magazinsel faaliyetlerle her anlayıştaki insanlara ulaşmayı başardılar. Bu süreçte sürekli güç devşirmeyi ihmal etmediler. Zamanla devşirilen bu güç kendilerinde olmayan daha büyük güçlere sahip olmuş yanılgısı oluşmasına neden oldu. Geçmişte eline vur ekmeğini al konumunda görülen bu grup zamanla kendini dev aynasında görmeye başlayarak pervasızlaştı. Sahip olduğu basın gücü gerçek anlamda bir basın gücü olmamakla birlikte diğer alanlarda elde bulundurulan diğer güçlerin de etkisi ve desteği ile daha büyük bir etkiye sahipmiş gibi göründü. Sahip olduğu tüm güçleri AK PARTİ/AKP iktidarının da hizmetine sunmaktan kaçınmayan bu grup özellikle bu iktidar zamanında daha da büyüdü, güçlendi. Geçmişte atmış olduğu tohumların bu dönemde iyice gelişip güçlenmesine imkan buldu. AK PARTİ/AKP iktidarı bu süreçte ilk zamanlar bu grubu kullanıyorum zannıyla kontrolsüz bir şekilde gelişmesine göz yumdu. Zamanla yaptığı hatanın farkına varan iktidar ayağının altındaki toprağın kaydığını fark ettiği andan itibaren buna karşı önlemler almaya girişti. İktidarın en güçlü figürü Recep Tayyip ERDOĞAN olduğu için bu gidişatın da ilk farkına varan ve önlemlere ilk başvuran kişiydi. Buna çok da şaşırmamak gerekiyor. Sonuçta devleti her yönüyle elinde bulunduran siyasi figür olarak Recep Tayyip ERDOĞAN her şeyden ve her yerden haberdardı. 2010 yılı bu yönüyle bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir.

            2010 yılı ile birlikte tüm muhalifleri sindirmiş, tüm gücü eline almış kişi olarak Recep Tayyip ERDOĞAN bu tarihten itibaren siyaset sahnesinin en güçlü tek aktörü haline geldi. Çıraklık, kalfalık ve ustalık devirleri diye nitelenen AK PARTİ/AKP iktidarları rakiplerine karşı varlık yokluk mücadelesiyle geldiği 2010 yılı sonrasında artık kendi içinde gelişip değişmesi gerekiyordu. 2010 yılı sonrası başlayan FETÖ ile mücadelede başlarda FETÖ mensupları sahip oldukları gücü kullanarak siyasi iktidarı hizaya sokabileceklerini zannettiler. Bu süreçte FETÖ mensuplarının yerleştikleri yerlerden temizlenmeden bir şeylerin yapılamayacağının farkına varan iktidar bu yapı ile mücadeleye öncelik vermek zorunda kaldı. Bu mücadelede kritik noktada en güçlü siyasal figür Recep Tayyip ERDOĞAN idi. Recep Tayyip ERDOĞAN da var olmak istiyorsa bu yapıyı yok etmesi gerektiğinin bilincinde idi. Bu süreçte ortaya çıkan mücadelede her iki taraf da toplumun büyük desteğini yanına almak için mücadeleye girişti. Burada Recep Tayyip ERDOĞAN’ın siyasal figür olarak sahip olduğu avantajlar kadar FETÖ yapısının toplum nezdinde sahip olduğu olumsuz algının da büyük etkisi olmuştur. Zira FETÖ yapısı baştan beri kendisi gibi dindar olan gruplar arasında zaten sevilmeyen bir gruptu. Öte yandan toplum nezdinde de olumsuz bir algı oluşturdular. Kurdukları dershane ve okullara kayıt ettikleri öğrencilere ve ailelerine yönelik yaklaşımlarında önceleri var olan alçakgönüllülük zamanla sahip olunan gücün de etkisiyle adeta despotluğa, zorbalığa, perde arkasından güç kullanmaya dönüşünce tepkiler her geçen gün arttı. İktidarla işbirliği sonucu edindikleri güç yanında bürokrasideki ilişkilerini de her zaman kullanmaktan çekinmemeleri muhalefeti çoğaltırken ileri sürdükleri iddiaların desteksiz kalmasına neden oldu. Geçmişten beri ülkede var olan işleyiş düzeninde menfaatleri neredeyse ona göre hareket etme alışkanlığına sahip olan bu grubun söylemleri toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmedi, desteklenmedi. Sonuçta toplumsal destekten yoksun kalan bu yapı geçmişte kazandığı mevzileri yavaş yavaş kaybetmeye başladığını görünce iktidarı tamamen yok etme girişimlerinde bulundu. Sonuçta 15 Temmuz 2016 tarihi sürecinin yaşanmasına neden oldular.

            İktidarın ve onun en güçlü figürü olan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın bu süreçte yaptığı yanlışlar kendisini ve toplumu büyük bir krize soktu. Cumhurbaşkanı son dönemde yaptığı konuşmalardan birinde “birileri son 8-9 dokuz yıldır Türkiye'yi yönetilebilir olmaktan çıkarmak için kumpastan darbeye, her yolu denediler. Bu sinsi saldırıların son mermisi de ekonomimize sıkıldı ama hesap edilmeyen bir durum ortaya çıktı…”diyor. Bugün siyasal iktidarın figürleri her yerde yaşanan sorunların sadece ülkemize özgü olmadığını, dünyadaki tüm ülkelerin bu sorunlarla yüzleştiğini iddia ederek yaşanan sorunları herkese şamil bir şekle sokmaya çalışırken cumhurbaşkanı ülkemize özel bir saldırıdan söz ediyor. Bu yönüyle cumhurbaşkanı ile destekçilerinin söylemlerinde önemli çelişkilerin olduğu gözden kaçmıyor.

            Aslında bu söylemleri kullananların iki tarafı da suçu kendilerinde göstermeme adına başkalarını suçlamayı tercih ediyorlar.

            Dünyanın içinden geçtiği ekonomik sorunları inkar etmek mümkün değil. Bununla birlikte dünyanın yaşadığı sorunlara karşın bizim ülkemizde yaşanan sorunlar kıyaslanamayacak seviyelerde. Enflasyon başka ülkelerde yüzde onlarda, yirmilerde iken bizim ülkemizde yüzde yüzleri aşmış durumda. TÜİK verileri ile bile yüzde yüze yaklaşmış durumda. Dünyadaki sorunlar bir ise biz de on. Böyle olunca da dünyadakinin aynısı bizde de var söylemi dayanaktan yoksun kalıyor. Aralık veya Ocak da düzelecek denilen göstergelerin düzeleceğine dair göstergeler yok. Tersine her geçen gün devam eden hayat pahalılığı daha da ağırlaşıyor. Dolayısıyla dünyada yaşanan sorunların yanında bizim kendi iç işleyiş düzenimizden kaynaklanan önemli sorunlar devasa boyutlara ulaşmış durumda. Eğitim, sağlık, adalet, ekonomi, siyaset gibi makro göstergeler yanında hangi alana bakılırsa sorunlar her geçen gün büyümeye devam ediyor. Trendin olumluya döndüğünü gösteren bir gösterge yok.

            Cumhurbaşkanı ise mevcut sorunların ülkeye karşı yapılan saldırıların bir sonucu olduğu iddiasını ileri sürüyor. Bununla birlikte bu da yine çok inandırıcı değil. Ülkeler arası ilişkilerde salt dostluk, arkadaşlık, sevgi, kardeşlik gibi argümanlar hiçbir zaman geçerli olmamıştır. Ülkeler menfaatlerini kendi içlerinde kurdukları iyi bir işleyiş düzenine dayanarak oluşturulan toplumsal birlik, beraberlik ve güven duygusundan güç alarak savunmaları gerekiyor. Oysa ülkemizde böylesi bir birlik, beraberlik ve güven duygusu yönetimin zaaflarından dolayı kurulamıyor. Toplumda birlik beraberlik duygularını güçlendirecek bir işleyiş düzeni ve söylem yok. Tersine iktidara yakın olanlar her işlerini görürken iktidarla paralel olmayana neredeyse tüm kapılar kapanıyor. Mülakatlar, uzun yıllardır gelenekselleşmiş ehliyet ve liyakatsiz uygulamalar, rant paylaşımının küçük bir zümreye hasredilmesi birlik beraberliği değil ayrımcılığı körüklüyor.

            Sıradan iktidar destekçilerini dinlediğinizde de cumhurbaşkanının masum olduğunu, çevresindeki kişilerin cumhurbaşkanını yanlış yönlendirdiğini söyleyerek yine güçlü siyasi figür olarak cumhurbaşkanını temize çıkarmaya çalışıyorlar. Cumhurbaşkanı 2010 yılına kadar kendisine yönelik saldırılardan söz etmekle belki haklı olduğu yönleri dile getiriyor olabilir. Ancak 2010 yılı sonrası böyle bir saldırıdan söz edebilmek çok haklı ve doğru görünmüyor. 2010 sonrası ortaya çıkan FETÖ yapısıyla mücadeleyi de bu kapsamda önemli bir argüman saymak doğru olmaz. Zira FETÖ yapısının da mevcut duruma gelmesi yine iktidarın yanlış politikalarının ve perde arkası işbirliği çabalarının sonucunda bu düzeye gelmiş bir yapıdır. Baştan beri perde arkası güçlerle işbirliği yapmak yerine iktidarın toplumun tümünü kapsayacak değerler çerçevesinde toplumsal birlik beraberliği sağlamak için çaba göstermesi gerekirdi. Cumhurbaşkanının çevresinin kendisini yanılttığı söyleminin de haklılık payının olduğu söylenemez. Cumhurbaşkanı sahip olduğu güçle özellikle 2010 sonrası dönemde devletin işleyiş düzeninde yapamayacağı bir değişiklik yoktu. Parti her yönüyle kendi elinde idi. Böylesi bir güce sahip olan kişinin kuralları, hukuku, yönetimi güçlendirecek bir işleyiş düzenini kurmak isteyip de çevresinin buna engel olabileceğini/olduğunu iddia etmek akla uymaz. Ülkenin en güçlü figürü olarak başbakan veya cumhurbaşkanı/parti başkanı ne tür bir işleyiş düzeni istese onu rahatlıkla kurabilirdi. İstediği düzeni kuracak bir ekibi oluşturabilirdi.

            Oysa en güçlü siyasal figür olarak tüm gücü eline geçirdiği dönemde kurumsal işleyiş işlevsizleştirildi. Devletin en önemli güç unsuru olan denetim her alanda işlevsizleştirildi. Kuralların hakimiyeti yerine partinin yönetim kademelerinde kişiler ve yönetim gücünü tekelinde tutan kişinin adamları her şeye hakim oldular. Bu durum ülkedeki yönetim sisteminin etkisizleşmesine neden oldu. Etkisizleşen yönetimin olduğu toplumda kurallar kağıt üzerinde kaldı. En güçlü iradeye bir şekilde ulaşabilen herkes istediğine ulaşır oldu. Bu da ülkede krizlere neden oldu. 2018 sonrası ortaya çıkan yeni yönetim sistemi bu krizin daha da büyümesine neden oldu. Artık devletin yasama, yürütme ve yargı başta olmak üzere en alttan en üste tüm güçleri tek bir kişinin elinde. Buna rağmen yaşanan krizden çıkabilmenin mevcut anlayışla mümkün olduğunu söylemek oldukça zor görünüyor. Bekleyip göreceğiz.

            Çıkış için gerçek anlamda bir birlik, beraberlik ruhunun geliştirilmesi gerekiyor. Bunun için toplumun tümünü dikkate alan bir yönetim anlayışının kurulması birinci öncelik. Toplumun tümünü önceleyen bir kurallar ve işleyiş düzeni kurulduktan sonra kurallara bağlı açık bir yönetim anlayışının kurumsal hale getirilmesi gerekiyor. Mevcut kurallar ancak akıl ve bilimin rehberliğinde ele alınarak tüm toplumun menfaatine yönelik olarak değiştirilmelidir. Buna kişiler değil işin uzmanlarının görüşünden hareketle demokratik ve açık yönetim anlayışıyla hareket eden sistemlerde karar verilmelidir. Her alanda toplumu tarafsız bir şekilde bilgilendiren bağımsız bir basın gücü oluşturulmalıdır.

 

 

Muhalifbakış

 

izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 

 

                                                                                                                                                                                                               

 

 

 

                                                                      


Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...