Cumhurbaşkanı son sekiz dokuz yıldır
her taraftan saldırıya uğradıklarını, en son saldırının da ekonomik alanda
olduğunu iddia ediyor.
Geçmişin başbakanı, bugünün
cumhurbaşkanı siyaset sahnesinde uzun zamandır bulunmasına rağmen İstanbul
Belediye başkanlığına seçilmesi ile birlikte ülke çapında adını duyurdu. Onun
siyasal geçmişine herkes kendince şahit olabildiği kadarıyla şahit. Yaşadıklarını
en iyi kendisi ve yakın çevresindekiler biliyor. Siyasal bir kişilik olarak
ülke gündemine gelmesine neden olan şey okuduğu şiir sonrası hapse atılmasıdır.
Hapse atan irade onun siyasal hayatına son vermeyi hedeflerken tersine ülkenin
en büyük siyasal gücü haline gelmesine neden oldu. Ülkeyi kendi özel malları
gibi görüp keyfi olarak her alanı düzenleyebileceklerini zannedenler topluma
öylesine yabancılaşmışlardı ki toplumdaki değişimi doğru okumaktan uzak
kaldılar. Toplum da kendilerini yıllarca görmezden gelen, yok sayan, adam
yerine koymayan güç odaklarının adeta damarlarına basarcasına onların yok etmek
istediklerini baş tacı ettiler. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN bu yönüyle
önemli bir figür olarak bu şekilde ortaya çıktı.
AK PARTİ/AKP iktidarının ilk
yıllarından itibaren güç odakları onu boğabileceklerini zannederek üzerine
giderken toplumsal desteğin artmasına neden oldular. Partiye açılan kapatma
davası mağduriyeti daha da büyütürken 367 krizi güç odaklarına karşı öfkeyi
daha da büyüttü. Toplumun bu bakış açısı AK PARTİ/AKP iktidarının ilk
zamanlardan itibaren gözü kapalı desteklenmesine neden oldu. Kapatma davasının
geçiştirilmesi sonrası cumhurbaşkanı seçme imkanından yoksun bırakılmaya
çalışılan iktidar seçimler sonrası daha büyük bir güçle yeniden iktidara
gelince artık güç odaklarının kullanabileceği tüm güçler ellerinin arasından
kayıp gitti. 2010 yılı yönüyle önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarih güç
odaklarının büyük oranda sahip oldukları gücü kaybettiklerinin miladı gibidir. Aslında
2010 yılına kadar iktidar kendisiyle mücadele edenlere karşı toplumdaki her
kesimle işbirliğini sonuna kadar kullanmaktan kaçınmadı. Bu çerçevede o
günlerde hizmet hareketi diye nitelenen, 2012-2013 sonrası paralel devlet
nitelemesine dönüşen, 15 Temmuz 2016 sonrası FETÖ terör örgütü olarak tescillenen
hareket de o günlerde işbirliğine girilen en büyük ve güçlü odakların başında
geliyordu. Bu grubun sahip olduğu emniyet, yargı ve bürokrasideki örgütlü
güçler yanında sonradan ortaya çıkan medya ve sivil toplum gücünü de mevcut
iktidar her zaman yanında buldu. Askerlerin ön planda olduğu aktörlerin rol
oynadığı sanal planlardan hareketle topluma yönelik mühendislik faaliyetlerini
konu alan çeşitli operasyonlara dayanarak açılan davalar perde arkasındaki güç
odaklarının terbiye edilmesinde önemli bir araç olarak kullanıldı. 2010 yılı bu
işbirliğinin doruğa çıktığı bir dönemdir. 2010 anayasa değişiklik paketi hükümetle
hizmet hareketi/paralel devlet/FETÖ hareketinin işbirliğinin son ve zirve noktasıdır.
Bu tarihten itibaren iki ortak arasında mücadelenin de başladığı bir dönüm
noktasına girildiği görülür.
Siyasal bir figür olarak 1994
yılından beri toplumun gözü önüne çıkmış olan Recep Tayyip ERDOĞAN bu süreçte önceleri
partisini bile yanında uzun süre göremedi. Hükümetle işbirliği yaparak kendine
önemli mevziler kazanan FETÖ hareketi aslında geçmişten beri varlığını her
dönem sürdürmüş olan bir hareketti. Geçmişte küçük bir grup hareketi olarak
başlayan bu hareket yıllar yılı dini cemaat grupları arasında kendini her zaman
farklı bir konumda tutarak ayrıştırmıştı. Diğer gruplar da onları kendilerinden
farklı bir konumda tutarak hep uzak durmuşlardı. Bununla birlikte toplumun
içinde tüm diğer gruplar gibi onlar da kendilerine bağlı taraftarlar bulmayı
başarmıştı. Hoşgörü, diyaloğ gibi kavramları kullanarak dinin keskin olmayan,
herkese hoş gelebilecek yönlerini öne çıkararak dindarlığın mümkün
olabileceğine dair söylemleri ile toplumda var olan bilinçsiz fakat güçlü din
anlayışını kendine çekmeyi başarmışlardı. Toplumun kendini yok sayan yönetim
anlayışına tepki olarak sahiplendiği muhafazakar bakışı milliyetçi argümanlarla
da süslemeyi başaran bu grup zamanla toplumun her kesimine ulaşmayı başardı. Eğitim,
emniyet, yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisinde her geçen gün daha da
güçlendiler. Kendilerine düşmanlık besleyen her gruba yönelik uzun vadeli
planlar geliştirerek dostlarını artırırken düşmanlarını azaltmayı hedeflediler.
Resmi bürokrasi yanında sivil alanda, medya sektöründe, eğitim başta olmak
üzere ticaret, spor ve daha diğer tüm alanlarda örgütlenmeyi başardılar. Yurt
dışında ülkeyi temsil ediyoruz söylemlerini kullanarak Türkçe olimpiyatları
gibi magazinsel faaliyetlerle her anlayıştaki insanlara ulaşmayı başardılar. Bu
süreçte sürekli güç devşirmeyi ihmal etmediler. Zamanla devşirilen bu güç
kendilerinde olmayan daha büyük güçlere sahip olmuş yanılgısı oluşmasına neden
oldu. Geçmişte eline vur ekmeğini al konumunda görülen bu grup zamanla kendini
dev aynasında görmeye başlayarak pervasızlaştı. Sahip olduğu basın gücü gerçek
anlamda bir basın gücü olmamakla birlikte diğer alanlarda elde bulundurulan
diğer güçlerin de etkisi ve desteği ile daha büyük bir etkiye sahipmiş gibi
göründü. Sahip olduğu tüm güçleri AK PARTİ/AKP iktidarının da hizmetine
sunmaktan kaçınmayan bu grup özellikle bu iktidar zamanında daha da büyüdü,
güçlendi. Geçmişte atmış olduğu tohumların bu dönemde iyice gelişip
güçlenmesine imkan buldu. AK PARTİ/AKP iktidarı bu süreçte ilk zamanlar bu
grubu kullanıyorum zannıyla kontrolsüz bir şekilde gelişmesine göz yumdu.
Zamanla yaptığı hatanın farkına varan iktidar ayağının altındaki toprağın
kaydığını fark ettiği andan itibaren buna karşı önlemler almaya girişti. İktidarın
en güçlü figürü Recep Tayyip ERDOĞAN olduğu için bu gidişatın da ilk farkına
varan ve önlemlere ilk başvuran kişiydi. Buna çok da şaşırmamak gerekiyor.
Sonuçta devleti her yönüyle elinde bulunduran siyasi figür olarak Recep Tayyip
ERDOĞAN her şeyden ve her yerden haberdardı. 2010 yılı bu yönüyle bir dönüm
noktası olarak kabul edilebilir.
2010 yılı ile birlikte tüm
muhalifleri sindirmiş, tüm gücü eline almış kişi olarak Recep Tayyip ERDOĞAN bu
tarihten itibaren siyaset sahnesinin en güçlü tek aktörü haline geldi. Çıraklık,
kalfalık ve ustalık devirleri diye nitelenen AK PARTİ/AKP iktidarları rakiplerine
karşı varlık yokluk mücadelesiyle geldiği 2010 yılı sonrasında artık kendi
içinde gelişip değişmesi gerekiyordu. 2010 yılı sonrası başlayan FETÖ ile
mücadelede başlarda FETÖ mensupları sahip oldukları gücü kullanarak siyasi
iktidarı hizaya sokabileceklerini zannettiler. Bu süreçte FETÖ mensuplarının yerleştikleri
yerlerden temizlenmeden bir şeylerin yapılamayacağının farkına varan iktidar bu
yapı ile mücadeleye öncelik vermek zorunda kaldı. Bu mücadelede kritik noktada
en güçlü siyasal figür Recep Tayyip ERDOĞAN idi. Recep Tayyip ERDOĞAN da var
olmak istiyorsa bu yapıyı yok etmesi gerektiğinin bilincinde idi. Bu süreçte
ortaya çıkan mücadelede her iki taraf da toplumun büyük desteğini yanına almak
için mücadeleye girişti. Burada Recep Tayyip ERDOĞAN’ın siyasal figür olarak
sahip olduğu avantajlar kadar FETÖ yapısının toplum nezdinde sahip olduğu
olumsuz algının da büyük etkisi olmuştur. Zira FETÖ yapısı baştan beri kendisi
gibi dindar olan gruplar arasında zaten sevilmeyen bir gruptu. Öte yandan
toplum nezdinde de olumsuz bir algı oluşturdular. Kurdukları dershane ve
okullara kayıt ettikleri öğrencilere ve ailelerine yönelik yaklaşımlarında
önceleri var olan alçakgönüllülük zamanla sahip olunan gücün de etkisiyle adeta
despotluğa, zorbalığa, perde arkasından güç kullanmaya dönüşünce tepkiler her
geçen gün arttı. İktidarla işbirliği sonucu edindikleri güç yanında
bürokrasideki ilişkilerini de her zaman kullanmaktan çekinmemeleri muhalefeti
çoğaltırken ileri sürdükleri iddiaların desteksiz kalmasına neden oldu.
Geçmişten beri ülkede var olan işleyiş düzeninde menfaatleri neredeyse ona göre
hareket etme alışkanlığına sahip olan bu grubun söylemleri toplumun çoğunluğu
tarafından kabul görmedi, desteklenmedi. Sonuçta toplumsal destekten yoksun
kalan bu yapı geçmişte kazandığı mevzileri yavaş yavaş kaybetmeye başladığını
görünce iktidarı tamamen yok etme girişimlerinde bulundu. Sonuçta 15 Temmuz 2016
tarihi sürecinin yaşanmasına neden oldular.
İktidarın ve onun en güçlü figürü
olan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın bu süreçte yaptığı yanlışlar kendisini ve toplumu
büyük bir krize soktu. Cumhurbaşkanı son dönemde yaptığı konuşmalardan birinde “…birileri son 8-9
dokuz yıldır Türkiye'yi yönetilebilir olmaktan çıkarmak için kumpastan darbeye,
her yolu denediler. Bu sinsi saldırıların son mermisi de ekonomimize sıkıldı
ama hesap edilmeyen bir durum ortaya çıktı…”diyor.
Bugün siyasal iktidarın figürleri her yerde yaşanan sorunların sadece ülkemize
özgü olmadığını, dünyadaki tüm ülkelerin bu sorunlarla yüzleştiğini iddia
ederek yaşanan sorunları herkese şamil bir şekle sokmaya çalışırken cumhurbaşkanı
ülkemize özel bir saldırıdan söz ediyor. Bu yönüyle cumhurbaşkanı ile
destekçilerinin söylemlerinde önemli çelişkilerin olduğu gözden kaçmıyor.
Aslında bu
söylemleri kullananların iki tarafı da suçu kendilerinde göstermeme adına
başkalarını suçlamayı tercih ediyorlar.
Dünyanın
içinden geçtiği ekonomik sorunları inkar etmek mümkün değil. Bununla birlikte
dünyanın yaşadığı sorunlara karşın bizim ülkemizde yaşanan sorunlar
kıyaslanamayacak seviyelerde. Enflasyon başka ülkelerde yüzde onlarda,
yirmilerde iken bizim ülkemizde yüzde yüzleri aşmış durumda. TÜİK verileri ile
bile yüzde yüze yaklaşmış durumda. Dünyadaki sorunlar bir ise biz de on. Böyle
olunca da dünyadakinin aynısı bizde de var söylemi dayanaktan yoksun kalıyor. Aralık
veya Ocak da düzelecek denilen göstergelerin düzeleceğine dair göstergeler yok.
Tersine her geçen gün devam eden hayat pahalılığı daha da ağırlaşıyor. Dolayısıyla
dünyada yaşanan sorunların yanında bizim kendi iç işleyiş düzenimizden
kaynaklanan önemli sorunlar devasa boyutlara ulaşmış durumda. Eğitim, sağlık,
adalet, ekonomi, siyaset gibi makro göstergeler yanında hangi alana bakılırsa
sorunlar her geçen gün büyümeye devam ediyor. Trendin olumluya döndüğünü
gösteren bir gösterge yok.
Cumhurbaşkanı
ise mevcut sorunların ülkeye karşı yapılan saldırıların bir sonucu olduğu
iddiasını ileri sürüyor. Bununla birlikte bu da yine çok inandırıcı değil. Ülkeler
arası ilişkilerde salt dostluk, arkadaşlık, sevgi, kardeşlik gibi argümanlar
hiçbir zaman geçerli olmamıştır. Ülkeler menfaatlerini kendi içlerinde
kurdukları iyi bir işleyiş düzenine dayanarak oluşturulan toplumsal birlik,
beraberlik ve güven duygusundan güç alarak savunmaları gerekiyor. Oysa
ülkemizde böylesi bir birlik, beraberlik ve güven duygusu yönetimin zaaflarından
dolayı kurulamıyor. Toplumda birlik beraberlik duygularını güçlendirecek bir
işleyiş düzeni ve söylem yok. Tersine iktidara yakın olanlar her işlerini
görürken iktidarla paralel olmayana neredeyse tüm kapılar kapanıyor.
Mülakatlar, uzun yıllardır gelenekselleşmiş ehliyet ve liyakatsiz uygulamalar,
rant paylaşımının küçük bir zümreye hasredilmesi birlik beraberliği değil
ayrımcılığı körüklüyor.
Sıradan iktidar
destekçilerini dinlediğinizde de cumhurbaşkanının masum olduğunu, çevresindeki
kişilerin cumhurbaşkanını yanlış yönlendirdiğini söyleyerek yine güçlü siyasi
figür olarak cumhurbaşkanını temize çıkarmaya çalışıyorlar. Cumhurbaşkanı 2010
yılına kadar kendisine yönelik saldırılardan söz etmekle belki haklı olduğu
yönleri dile getiriyor olabilir. Ancak 2010 yılı sonrası böyle bir saldırıdan
söz edebilmek çok haklı ve doğru görünmüyor. 2010 sonrası ortaya çıkan FETÖ
yapısıyla mücadeleyi de bu kapsamda önemli bir argüman saymak doğru olmaz. Zira
FETÖ yapısının da mevcut duruma gelmesi yine iktidarın yanlış politikalarının
ve perde arkası işbirliği çabalarının sonucunda bu düzeye gelmiş bir yapıdır.
Baştan beri perde arkası güçlerle işbirliği yapmak yerine iktidarın toplumun
tümünü kapsayacak değerler çerçevesinde toplumsal birlik beraberliği sağlamak
için çaba göstermesi gerekirdi. Cumhurbaşkanının çevresinin kendisini
yanılttığı söyleminin de haklılık payının olduğu söylenemez. Cumhurbaşkanı
sahip olduğu güçle özellikle 2010 sonrası dönemde devletin işleyiş düzeninde
yapamayacağı bir değişiklik yoktu. Parti her yönüyle kendi elinde idi. Böylesi
bir güce sahip olan kişinin kuralları, hukuku, yönetimi güçlendirecek bir
işleyiş düzenini kurmak isteyip de çevresinin buna engel olabileceğini/olduğunu
iddia etmek akla uymaz. Ülkenin en güçlü figürü olarak başbakan veya
cumhurbaşkanı/parti başkanı ne tür bir işleyiş düzeni istese onu rahatlıkla
kurabilirdi. İstediği düzeni kuracak bir ekibi oluşturabilirdi.
Oysa en
güçlü siyasal figür olarak tüm gücü eline geçirdiği dönemde kurumsal işleyiş
işlevsizleştirildi. Devletin en önemli güç unsuru olan denetim her alanda
işlevsizleştirildi. Kuralların hakimiyeti yerine partinin yönetim kademelerinde
kişiler ve yönetim gücünü tekelinde tutan kişinin adamları her şeye hakim
oldular. Bu durum ülkedeki yönetim sisteminin etkisizleşmesine neden oldu.
Etkisizleşen yönetimin olduğu toplumda kurallar kağıt üzerinde kaldı. En güçlü
iradeye bir şekilde ulaşabilen herkes istediğine ulaşır oldu. Bu da ülkede
krizlere neden oldu. 2018 sonrası ortaya çıkan yeni yönetim sistemi bu krizin
daha da büyümesine neden oldu. Artık devletin yasama, yürütme ve yargı başta
olmak üzere en alttan en üste tüm güçleri tek bir kişinin elinde. Buna rağmen
yaşanan krizden çıkabilmenin mevcut anlayışla mümkün olduğunu söylemek oldukça
zor görünüyor. Bekleyip göreceğiz.
Çıkış için
gerçek anlamda bir birlik, beraberlik ruhunun geliştirilmesi gerekiyor. Bunun
için toplumun tümünü dikkate alan bir yönetim anlayışının kurulması birinci
öncelik. Toplumun tümünü önceleyen bir kurallar ve işleyiş düzeni kurulduktan
sonra kurallara bağlı açık bir yönetim anlayışının kurumsal hale getirilmesi
gerekiyor. Mevcut kurallar ancak akıl ve bilimin rehberliğinde ele alınarak tüm
toplumun menfaatine yönelik olarak değiştirilmelidir. Buna kişiler değil işin
uzmanlarının görüşünden hareketle demokratik ve açık yönetim anlayışıyla
hareket eden sistemlerde karar verilmelidir. Her alanda toplumu tarafsız bir
şekilde bilgilendiren bağımsız bir basın gücü oluşturulmalıdır.
|
Muhalifbakış |
|
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder