16 Ocak 2022 Pazar

Üretim ve İstihdama Dayalı Ekonomi Mümkün mü?

Osmanlı’nın duraklama dönemlerinden itibaren Avrupalı elçiler İstanbul’da güçlü bir şekilde işleyişe müdahil olmaya başladılar. Önceleri kendi vatandaşlarının işlerini takip edip kolaylaştırırken zamanla korumaları altına aldıkları azınlıklarla ilgili işlere yöneldiler. Yabancı elçilerin bu müdahaleleri sonucu devleti yönetenler elçileri rahatsız edebilecek karar ve uygulamalardan uzak durmaya başladılar. Müdahale edilen konulara bakılınca devleti yönetme, devlet adına iş görme gücüne/yetkisine sahip olanların ticaret veya diğer nedenlerle ülkeye gelen yabancılardan keyfi olarak maddi taleplerde bulunmaları olduğu görülür.

Devleti yönetenler yabancılara ticaret yapmaları için çeşitli imtiyazlar, haklar ve kolaylıklar sağlamış ki bunlara tarihimizde kapitülasyonlar deniyor. Devleti yönetenler bu kapitülasyonları siyasal, ekonomik veya bir başka nedenden dolayı vererek kendi ülkesindekilere de bir takım faydalar sağlamayı düşünmüş olabilir. Bir yönüyle iki taraflı bir fayda söz konusu edilerek verilen bu kolaylıklardan yararlanmayı düşünen yabancılar Osmanlı topraklarına gelmişler. Burada her tür ticari faaliyette bulunmuşlar. Zamanla bu faaliyetler ticari sınırları aşıp siyasal, kültürel alanlara da yayılmıştır. Ticari faaliyet çerçevesinde yürütülen faaliyetler de alış verişe gelen yabancılardan yerli devlet adamları genel işleyiş dışında ücretler, menfaatler edinmenin yollarını aramış ve buldukları her fırsatta bu yolu sonuna kadar kullanmışlar.

Bu uygulama zamanla keyfiliğin alışkanlık haline dönüşmesine yol açmış. Bugünlerde memurum işini bilir söyleminin kökleri tarihteki o dönemlere uzanıyor. Ülkeye ticari menfaatlerinin peşinde koşarak gelen yabancı tüccarlar devlet adına iş gördüğü söylenen kişilere önceleri küçük menfaatler sağlamayı önemsememiş olabilir. Ancak zamanla sistematik hale gelen bu durum karşısında bağlı olduğu ülkesinin temsilcilerine şikayetlere başladıkları açık. Tarihi belgelerde bu konularda sayısız kanıtlar görmek mümkün.

Aslında Osmanlı’nın ekonomik hayatı savaş, ganimet temelliydi. Güçlü olduğu dönemlerde gelirlerdeki artış sürekli fetih hareketleri ile sağlanabiliyordu. İla-yı Kelimetullah nitelemesi de bu harekete dini bir saik oluşturuyordu. Ancak bu sürdürülebilir bir işleyiş sistemi değildi. Nitekim belirli bir aşamadan sonra güç yetmemeye başladı. Devleti yönetenler sürdürülebilir çözümler getirmeyince/getiremeyince sistem kendi kendini tüketmeye başladı. Genişlemede görülen hızla daralma/küçülme yaşandı.

Yönetme erkine sahip olan zümre gücü neye yetiyorsa ona göre hareket etmek zorunda kaldı. Aslında Osmanlı tarihi ve günümüz hayatında geçerli olan şey hemen her zaman güç idi. Hamasi nutuklara geçen Osmanlının hak ve adalet temsilciliği söylemleri laftan öte anlamı olmayan şeyler.

Savaşla gelir elde edebilenler zenginliklerini artırırken savaşa gidemeyip de yönetim erkinin yetkisini kullanabilme imkanına sahip olanlar da ellerine geçirdikleri yabancı tüccarlardan veya diğer azınlık/gayri Müslimlerden gelir elde etme yoluna gittiler. Osmanlı’nın ticareti ise bu grupların elinde dönüyordu. Sıradan vatandaş, Anadolu insanı ise yüzyıllardır yaptığı gibi tarım, ziraat ve hayvancılık peşinde koşarak ama güya ülkenin gerçek sahipleriymiş zannıyla hamaset nutuklarıyla veya geçici dünya çerçeveli dini söylemlerle ömür sermayelerini tüketiyorlardı. Rızkın onda dokuzu ticarettedir söylemini hayat düsturu yapmış bir peygamberin ümmeti olduğunu iddia eden bir toplumda ilayı kelimetullahı devletine düstur edindiğini iddia eden bir devlette ticaretin yabancılar ve gayrimüslim azınlıklara teslim edilmesi gerçeğini görünce bu toplum ve devletin İslami bir hayat yaşadığını, İslam’ın bayraktarlığını yaptığını iddia etmek hiç de gerçekçi değil.

Gücünü kaybeden devlet ganimetten yoksun kalınca savaşlardaki başarı da sona erdi. Yönetici zümre de artık yabancı tüccarı sömüremez hale geldi. Gücün kullanılabileceği zümreler olarak gayrimüslim azınlıklara yönelindi. Fakat onlar da kendilerine yabancı himaye darlar buldu. Bu himaye darlar eliyle herkes kendi devletini kurmaya başladı. Devleti yönetenler için kala kala kendi vatandaşı kaldı.

Geçmişte kendi vatandaşını korumak amacıyla kurulan yabancı devlet elçilerinin müdahale sistemi bugün ülkeyi yönetenlere karşı yine aynı canlılığını koruyor. Cumhurbaşkanı yabancı ülke elçilerini toplayıp konuşmalar yapıyor. Onlara kendini ve ülkesinin geleceğine dair planlarını anlatıyor. Bu yolla ülkenin ihtiyaç duyduğu finansal sermayeyi çekmeye gayret ediyor.

Üretim, istihdam odaklı bir ekonomik sistem kurma söylemleri bu topraklarda gerçeklikle bağdaşmıyor. Zira hiçbir zaman devleti yönetenlerde böyle bir anlayış olmadı. Var olan ekonomik sistem ganimete dayalı bir sistemdi. Bugün iktidarda bulunanlarda da bu anlayış aynen devam ediyor. Bugün ganimete dayalı bir sistemin somut olarak işlemesi mümkün değil. Geçmişte ganimete dayalı diye nitelenen sistem bugün ranta dayalı sistem olarak adlandırılabilir. Bu iktidar da ranta dayalı sistemi sonuna kadar işletti. Osmanlı nasıl yıkılışla sona erdiyse bugün de ekonomik sistem çöküşe doğru gidiyor. Ganimete dayalı sistemde yabancı elçiler kendi vatandaşlarının haklarını korudular. Gayrimüslim azınlıklar himaye darları aracılığıyla kendilerini kurtardılar. Ranta dayalı bugünkü sistem de bu ülkenin yerli zenginleri de bir şekilde kendini koruyor. Yerli zenginlerin kendini korumasına örnek; kamu özel işbirliğinde yapılan dolara endeksli yol, köprü, hastane, havaalanı yatırımları, ihalelerin belli kişi ve anlayışlara verilmesi, mülakatlarla korunan yandaşlar. Zenginliği maddi bir değer olarak görmemek gerekir. Mevki ve makam dağıtımı, huzur hakkı geliri adı altında dağıtılan maaşlar, iki yıl milletvekilliğine verilen emeklilik hakları diye başlayıp mülakat sınavlarıyla ortaya çıkan kayırmacılık, siyasi partiden alınan referansın açtığı kapılar hep birer avantaj. Taraftarını koruma, kayırma teşebbüsü ayrıcalıklı sınıfları gösteriyor. Tüm bunları yapan ise dindarlığı ağzından düşürmeyen bir iktidar.

Sıradan vatandaşa ise zamlara, hayat pahalılığına, fakirliğe, yoksulluğa, yolsuzluğa, yasaklara katlanmak kalıyor. Ömür sermayesi bu gün bu şekilde tüketiliyor. Hamasi nutuklar bugün de aynı. Dış düşmanlar bize diz çöktüremeyecek, en gelişmiş ilk on ülke arasına gireceğiz, 2053/2071 vizyonu, nas var nas, nas ne diyorsa o, dindar nesil, Kur’an eğitimine engel olunamaz, Ayasofya, falan filan; hep laf-u güzaf.

 

                  Muhalifbakış

                                                                          izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 

15 Ocak 2022 Cumartesi

Nurcuların İçinde İdim…

Nur cemaatine ait evlerde 3-4 yıl kadar kaldım. Bu süre içinde kaldığım evde üniversitede okuyan öğrenci/memurlar bulunuyordu. Aynı evde 6-8 kişi birlikte kalıyorduk. Nur cemaati resmi olarak bir vakıf adıyla faaliyette bulunuyordu. Bu vakıfla başta tanıdığım bir arkadaşımın tanıdığı kişi aracılığıyla bağlantı kurdum. Aslında memur olarak çalıştığım için ekonomik olarak bir ihtiyacım vardı diyemem. Ancak eğitim amacıyla gittiğim Ankara ilinde kalacak bir yere ihtiyaç duyuyordum ve bu ihtiyacımı karşılamada bana sunulan hazır bir seçenek olarak vakfa ait bir evde kalmakta beis görmedim.

Bu evler vakıf olarak yapılanmış resmi kurumların yöneticileri tarafından oluşturulan sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal ilişkiler aracılığıyla kuruluyor. Vakıf tarafından oluşturulan ilişkiler aracılığıyla kurulan evler yine vakıf yöneticileri tarafından belirlenmiş kişiler tarafından yönetiliyor. Bu kişilere imam/abi/hoca gibi isimler veriliyor. Bu kişiler evin yönetiminden sorumlu olan kişiler. Daha önce bu evlere barınma amacıyla girip vakıf yöneticilerinin güvenini, eğitim sürecini başarıyla geçmiş kişiler arasından seçilen bu kişiler mütevelli diye de isimlendiriliyor.

Vakıf yöneticileri kendilerini Risale-i Nur cemaatinin üyesi olarak görüyor ve gösteriyordu. Vakıf aracılığıyla Said-i Nursi’nin hizmet yöntemini yaşatmayı, onun mirası olan dini doğru anlama olarak tanımlanan iman hakikatlarını yaymayı, hayattayken gerçekleştirmeyi hayal ettiği hedeflere ulaşmayı amaçladıklarını düşünüyor ve buna göre bir toplum oluşturmak için çalıştıklarını söylüyorlardı.

Vakıflar aracılığıyla kurumsallaşan cemaatler oluşturdukları grup kriterlerine göre resmi ve gayri resmi yapılar oluşturuyorlar. Bir yönüyle sivil toplum kuruluşu şeklinde de faaliyette bulunuyorlar.

Nurculuk diye nitelenen hareket farklı gruplardan oluşuyor. Hepsine Nurcu denmesinin en önemli nedeni tümü kendisini Said Nursi’ye bağlıyor. Said Nursi’nin hayatta iken yanında veya yakınında bulunmuş kişilerin etrafında toplanan her bir grup kendini Nurcu olarak niteliyor. Tüm Nurcu gruplar Said Nursi’nin Risale-i Nur isimli kitaplarının okunmasını önceliyor. Nurcu gruplar arasında tam bir birliktelik yok. Her grup kendini gerçek anlamda Said Nursi’nin yolunu takip eden olarak niteliyor. Gruplar arasında birbirlerini eleştirenler var. Bazı gruplar Said Nursi’nin risalelerini değiştirmekle suçlanıyor. Bazı gruplar risalelerde belli konuları ön plana çıkarıp bir kısmını görmezden gelmekle suçluyor. Bazı gruplar Risale-i Nurların okunurken açıklanması gerektiğini savunurken bazı gruplar hiçbir şekilde açıklamaya ihtiyaç olmadığını söylüyor. Risale-Nurları kişisel olarak okuyarak güncel dile aktarılmasını savunanlar bazı Nurcu gruplar tarafından yozlaştırıcı olmakla suçlanıyor. Her grup kendine göre Risale-i Nurları kurduğu yayınevleri aracılığıyla çoğaltıp kullanıyor. Söz/Sözler yayınevi, Yeni Asya Yayınevi, Zehra Yayınevi, Tenvir Yayınevi, Envar Yayınevi gibi pek çok yayınevi aslında aynı zamanda farklı Nurcu gruplarını tanımlıyor.

Nurcu gruplarda Risale-i Nurlar dışında başka kitap okunmasına sıcak bakılmıyor. Risale-i Nurların dini anlamada tek başına yeterli olacağı iddia ediliyor. Risale-i Nurları yazan Said Nursi’nin Risaleleri anlayarak okuyan birinin çağının âlimi olabileceğini söylediği iddia ediliyor. Risale-i Nur isimli eserler Kur’an-ı Kerimin tefsiri olduğu söyleniyor. Tefsir kavramını da kendilerine göre tanımlayarak Risale-i Nurun bu çeşit bir tefsir olduğunu söylüyorlar.

Risale-i Nur isimli kitaplar farklı alt kitaplardan oluşuyor. Sözler, Mektubat, Şualar, Lahikalar ve diğer kitaplarla birlikte 130 civarında kitaptan oluştuğu söylenmektedir. Bu kitaplarda genel olarak Kur’an-ı Kerimde geçen bazı ayetlerin anlamlarına ilişkin yorumlar, Said Nursi’ye sorular sorulara verilen cevaplar, cevaplarla ilgili mektuplar, Said Nursi’nin yaşadığı olaylara ilişkin anlatımlar ve hatıralar yer alır. Risale-i Nur isimli kitaplar daha çok Cumhuriyet sonrası dönemde yazılmış. 1960 yılında vefat edinceye kadar Said Nursi’nin hayatı ülkenin farklı yerlerinde geçmiş. Genelde sürgün ve zorunlu yerleşim amacıyla gönderildiği yerlerde yazılan kitaplar o dönemde Said Nursi ile iletişim halinde olan takipçileri tarafından çoğaltılarak yayılmıştır.

Nurcular olarak nitelenen grupların hepsi hakkında ayrıntılı bir bilgi verebilmek oldukça zor. Bununla birlikte genel olarak birbirine benzer yol ve yöntemler uyguladıkları söylenebilir. Nurcuların içine giren herkes içine girdiği grubun kural ve kaidelerini kabul etmek zorundadır. Küçük grup hareketi olarak oluştukları için mutlaka bir referansla girilebilir. Her grup kurdukları resmi vakıf ve dernek ismi altında kendilerine gelen kişiler için evler açarlar. Vakıf ve dernek ismi altında oluşan grupların yöneticileri aynı zamanda resmi veya özel bir kurum veya kuruluşta çalışırlar. Bu kişilerin oluşturdukları kişisel ilişkiler sayesinde bağlı evler oluşturulur. Oluşturulan evlere referansla gelen kişiler yerleştirilir. Resmi veya özel iş sahibi olan kişiler bağlantı kurdukları kişiler aracılığıyla bu evlerin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Evlerde kalan öğrenci/memur veya diğer kişiler de kaldıkları evin işleyişi için üzerlerine düşen işleri imkanlar ölçüsünde yerine getirirler. Sıradan bir evde kalan kişilerin vermesi gereken kira, mutfak ve diğer masraflar, faturaların ödenmesi gibi parasal işler evde kalanlar tarafından karşılanır. Aslında sıradan bir öğrenci/bekar/memur evinden farkı olmayan bu evlerin en önemli farkı bir cemaatin gayri resmi yönetiminde bulunmasıdır. Bu evlerde kalanlar haftanın belli günlerinde vakıf veya derneğin düzenlediği Risale-i Nur okuma toplantılarına katılması gerekir. Evlerde kalanlar için belirlenmiş kurallar vardır. Bu kurallara uymayanların evlerde kalmasına izin verilmez. Zorlama gibi bir durum söz konusu olmamakla birlikte evde uygulanan programa uymamak evden çıkarılmayı gerektirir. Evden çıkarma derken yaka paça, zorla, döverek atma değil. Uygun bir dille evde kalamayacağınız söylenir. Sonuçta hiç kimse istenmediği yerde zorla kalamaz. Uygulanan program günlük ibadetlerin yapılması, ibadetlerden sonra mutlaka tespihat denilen normal namaz tespihinden daha uzun süren bir dua süreci uygulanır. Said Nursi’nin kendi hayatında uyguladığı namaz duaları ve zikirleri her namazdan sonra mutlaka okunur. Evde kalanlara bu dua ve zikirleri ezberlemesi istenir. Her namazdan, dua ve zikirden sonra mutlaka belli bir zamanda Risale-i Nur kitaplarından okumalar yapılır. Akşamları da evin imamı/hocası/lideri olan kişi tarafından evde kalanlara yönelik ders adı altında Risale-i Nur okumaları yapılır. Kişisel olarak da bir program dahilinde herkesin Risale-i Nurları okuması istenir. Okulların tatil olduğu dönemlerde evlerde kalanlara belli yerlerde haftalık, on beş günlük okuma programları, kamplar düzenlenir. Evlerde kalanlardan bu programlara /kamplara katılmaları istenir. Kurban ve Ramazan Bayramlarında kurban derisi toplama, zekat veya diğer maddi yardım toplama gibi faaliyetlerde görevler alınması istenir. Bu tür programlar değişik yoğunlukta hemen tüm Nurcu gruplarda mutlaka uygulanır.

Risale-i Nur isimli kitaplar içerik itibariyle Said Nursi’nin yazdığı şekliyle okunmaya, çoğaltılmaya, anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılır. Said Nursi 1880’li yıllarda doğmuş ve Meşrutiyet, Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış bir kişi. Dil itibariyle Osmanlı döneminde yetişmiş olmakla birlikte Cumhuriyet sonrası 1960’lı yıllara kadar yaşamış birisi. Kullandığı dil yaşadığı dönem itibariyle bugünkü dilden oldukça farklı. Osmanlıca, Arapça ve Farsça kelime, kavram ve terimler yoğun biçimde kullanılır. Dini literatür de yine yoğun bir şekilde kullanılır. Böyle olunca Osmanlıca, Arapça, Farsça ve dini literatüre yeterince hakim olamayan birisinin kolaylıkla okuyup anlayabilmek mümkün değildir. Bu kitapları uzun süre tetkik edip okumadıkça kolay bir şekilde anlayabilmek mümkün değildir. Bundan dolayı cemaatin içinde kalanların tümü bu kitapları tam olarak okuyup anlıyorlar demek oldukça zordur. Kitaplara hakim olabilenler cemaat içinde hoca/imam/ağabey diye nitelenen kişilerdir. Bu kişiler olmadıkça kitapların kendi kendine okunup anlaşılması oldukça güçtür.

Nurcular Risale-i Nurların iman konusunda sorun yaşayanlara tam bir ilaç olduğunu, bu kitapları okuyan kişilerin imansız kalamayacağını, risalelerde iman hakikatlarının tam manasıyla akli delillerle açıklandığını iddia ederler.

Nurculuk hareketine genel olarak bakıldığında Risale-i Nurlar dışında başka bir kitap okumaya gerek olmadığı iddia edilir. Aynı kitapların değişiklik yapılmadan sürekli okunması yani sürekli tekrar edilmesi yeni bir şeylerin üretilmesine katkı yapmaz. Bu nedenle Nurcuların Risale-i Nurlar dışında başka kitap okunmaması kuralının içinde bulunulan çağda çok da doğru bir yaklaşım olmadığı söylenebilir. Oysa Said Nursi kendi hayatını anlattığı kitabında(Tarihçe-i Hayat) gençlik yıllarında doksana yakın kitabı okuduğunu, bu kitapları belirli aralıklarla gözden geçirdiğini anlatır. Kitaplarında anlattığı kimi örneklerin klasik batı kaynaklarında da geçtiği görülmektedir. Örnek vermek gerekirse; iğne ustası olan bir kişinin bir günde yapabileceği iğne örneğinin benzeri Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabında da geçmektedir.

Nurcuların kullandıkları yöntemlerin istenen bir toplum oluşturulmasında tam bir metodun varlığından da söz edilemez. Said Nursi yaşadığı dönemdeki gidişata göre imanın kurtarılmasını en büyük sorun olarak görüp ona göre hareket etmişken bugün Nurcular da aynı şeyi söyleyip iman hakikatlarını anlatma, imanı ispat etme ile yetindiklerini söylemektedir. Oysa iman konusu sonrası veya farklı toplumsal sorunlara yönelik açıklamalar, çalışmalar, yol ve yöntemler geliştirilmesine ihtiyaç varken sürekli iman üzerinde saplanıp kalmak aynı şeylerin tekrarından çıkamamak durumuna düşüldüğü görülmektedir. Aynı kitapları aynı şekilde okumak yeni bir şey katmadığı için aynı yerde dönüp durmak yeni bir aşamaya geçmeyi engellemektedir.

Son dönemlerde Elazığ’da intihar eden üniversite öğrencisi vesilesiyle mercek altına almaya çalıştığımız Nurculuk hareketine ilişkin mutlaka ayrıntılı çalışmaların, değerlendirmelerin ve tartışmaların yapılması şart. Nurcular kendi içlerine kapanarak kendi yağları ile kavrularak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Mevcut iktidarın dindarlık söylemleri kılıfını kullanarak yaptığı yolsuzluk, usulsüzlük, haksızlık ve adaletsizlikler dine büyük darbe vurduğu şu günlerde dini anlayışın yeniden değerli hale gelmesi oldukça zor görünüyor. Dindar nesil yetiştirme söylemine karşı yapılanlar söylenenlerle taban tabana zıt olunca yeni yetişenlerin dinden uzaklaşması kadar doğal bir şey yok. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz fehvasınca dindar bir ailede yetişip de dinsizliğe yönelen ve sonunda intihara meyl eden üniversite öğrencilerine çok da şaşmamak gerekiyor. Dindar nesil yetiştirme söylemine kullanan iktidarın ve onun gözü kapalı destekçilerinin bu konularda ayrıntılı bir şekilde düşünmeleri gerekiyor.

                  Muhalifbakış

                                                                          izmirmuhammedali@gmail.com

 

2 Ocak 2022 Pazar

Kur’an Kursları Din Eğitiminin Neresinde?

CHP milletvekili Özgür Özel, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açılan 4-6 yaş grubu çocuklara yönelik kurs ve eğitim faaliyetlerini eleştirirken dile getirdiği sözlerden dolayı eleştiriler aldı.

Diyanet İşleri Başkanlığı 4-6 yaş grubundaki çocuklara yönelik Kur’an Kurslarını yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bu kursların okul öncesi eğitimden sayılması konusunda çalışmalar yaparak velileri bu tür kurumlara çocuklarını göndermeleri için teşvikler oluşturmaya çalışıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açılan Kur’an Kursları genelde cami ve eklentilerinde açılıyor. Bu kurslarda eğitim personeli olarak görev alan kişiler caminin imamı veya müezzini veya Kur’an Kursu öğreticisi olarak çalışan kişiler. Kurs faaliyetlerinde yapılan eğitim faaliyeti genelde Arapça harflerin öğretilmesi, Kur’an-ı Kerimi yüzünden okuma becerisinin kazandırılması ile sınırlı. Kur’an Kurslarında verilen eğitimleri tam olarak bir din eğitimi diye tanımlamak çok da doğru değil. Aslında daha çok dini kültüre ilişkin bir takım davranış ve alışkanlıkların temel düzeyde de olsa kazandırılmasına yönelik çalışmalar olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Eğitim personeli olarak görev yapan kişiler eğitim formasyonundan geçmiş kişiler değil. İlahiyat fakültesi mezunları yanında imam hatip lisesi mezunu veya kur’an kursu hafızlık eğitimi alarak Diyanet kurumunda görev almış kişiler. Eğitim formasyonuna sahip olmaktan çok dini bilgiye sahip kişiler olarak görmek daha doğru olacaktır. Eğitim formasyonu olmayan kişilerin kur’an kurslarında yaptığı çalışmaları din eğitimi olarak görmek yeterli değildir.

Özgür ÖZEL’e yapılan eleştirilere bakıldığında Kur’an’ın tanınmasına karşı çıkılmasına yönelik suçlayıcı eleştirilerin de bulunduğu görülüyor. Kur’an Kursunda verilen eğitimle Kur’an’ın gerçek anlamda tanındığını iddia etmek çok da doğru bir yaklaşım değil. Kur’an Kurslarında Arapça alfabenin çat pat öğrenilmesi ve bu harflerin birleştirilmesiyle Kur’an-ı Kerimin yüzünden okunması dışında fazla bir beceri kazandırılamazken Kur’an’ın tanınmasına engel olunduğu iddiası çok da doğru bir eleştiri değil. Kur’an-ı Kerimi yüzünden okumayı bırakın hafızlık eğitimi alıp da kutsal kitabı ezbere okuyan hafızların dahi Kur’an-ı Kerimi gerçek anlamda tanıyabildiğini söylemek oldukça zor. Kur’an-ı Kerim ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde anlamadan sadece yüzünden okumanın dinin hemen hiçbir yerinde yer almadığı görülür. Kutsal kitaptaki ayetlerde anlaşılsın diye kitabın ve ayetlerin Arapça gönderildiği defalarca dile getirilir. Dolayısıyla kitabın hedefi anlaşılmaktır. Anlamadan okumak, ayetleri tekrar etmek dinin amacı olmadığı açıktır. Buna rağmen ülkede önde gelen herkesin Kur’an kurslarını dini eğitimin temeli gibi gösterilmesinin nedenini anlamak oldukça zor.

Dinin doğru anlaşılması konusunda geçmişten bu güne yapılanlara bakıldığında sistemli bir eğitim düzeni kurulması için yeterli çabanın gösterildiğini söylemek tarihi gerçeklerle desteklenmiyor. Devleti yönetme sorumluluğunu alanların kendilerinden önce başlamış bir uygulamayı geleneksel bir sisteme dönüştürme çabası göstermediğini/gösteremediğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Din alanında hayata geçirilmiş olan medreseler toplumun genel dini anlayışını geliştirmekten çok kendilerini dini hayatın lideri haline getirmeye çalıştıklarını, dini hayatın lideri olarak devleti yöneten siyasal iktidarlarla işbirliğine girerek kendilerini gücün yanına konumlandırdıklarını söylemek tarihi gerçeklikle uyumlu görünüyor. Tarih boyunca medreseler toplumun tümüne ulaşma gibi bir çaba ile hemen hiçbir dönemde kurulmamıştır. Toplumu oluşturan sıradan bireyler için kurulduğu söylenen kurumlar olarak Osmanlıyı ele alırsak sıbyan mekteplerinin oldukça yaygın olarak açıldığı söylense de bu tür kurumlarda verilen eğitimin din eğitimi diye nitelendirilmesi de çok doğru görünmüyor. Sıbyan Mekteplerine gidenlere verilen eğitimde genel anlamda Kur’an-ı Kerimi okuma, genel ilmihal bilgileri, hesap gibi ders içeriklerinin bulunduğu görülüyor. Bu kurumlara devam etme imkanını bulanların ise oldukça sınırlı sayıda olduğu söylenebilir. Nüfusun tamamına yönelik etkin bir din eğitimi verme çalışması hemen hiçbir dönemde var olmamıştır.

Kur’an Kurslarında verilen eğitimin din eğitimi ile ilgisi olmadığını topluma anlatmak oldukça zor. Bunu yapacak olanlar din konusunda yetkin olan kişiler. Oysa din konusunda yetkin olan kişilerin çoğu bu konuda bir söylemi dile getirmeyi istemiyorlar. Öte yandan ülkemizde yakın tarihte yaşanan din-devlet etkileşiminin de sorunlu olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu sorunlu geçmiş din eğitimi konusunda toplumun kafasının da net olmamasına yol açıyor. Din konusu hemen her dönemde siyasal bir argüman olarak lehte veya aleyhte kullanıldı. Bu kullanımlar toplumun zihninde karmaşık düşüncelerin oluşmasına neden oluyor. Karmaşık zihinlerle doğru tartışmaların yapılabilmesi oldukça zor.

Kur’an’ı Kerimin tam ve doğru anlaşılması için Arapça bilmenin önemli olduğu bir gerçek. Bununla birlikte Arapça bilmenin Kur’an-ı Kerimi tam ve doğru anlamanın tek şartı olarak görmek de doğru değil. Öyle olsa Arapça konuşulan toplumlarda Kur’an-ı Kerimin anlaşılmadığını düşünmek mümkün olmadığı halde bu toplumlarda yaşanan din dışı davranışları inkar edebilmek mümkün değil. Arapça konuşulan toplumlarda Kur’an-ı Kerime uymayan davranışların yaygınlığı üzerinde ayrıca durmak gerekir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerimi anlamak için hele bu çağda illa da Arapça bilmek zorunlu olmayabilir. Önemli olan Kur’an-ı Kerimin mesajını doğru anlamak ve mesajın gereğine göre bir hayat sürmek ise bunun için Arapça bilmeye gerek yok denebilir. Doğru bir din anlayışı için uzun ve zorlu bir çaba gerekiyor. Bu ise her bir bireyin kendi sorumluluğunda olan bir durum. Belki de bunun için kutsal kitapta her bir birey tek tek muhatap olarak alınarak hitap ediliyor.

 

 

                  Muhalifbakış

                                                                          izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...