Yasal metinlerle getirilen düzenlemelerin varlığı sistemin de buna göre işlediğinin göstergesi değildir. Son dönemlerde hızı yavaşlamakla hatta tamamen durmakla birlikte uzun süre önce Avrupa Birliğine üyelik başvurusunda bulunan ve aday ülke statüsüne geçmeye çalışan Türkiye’ye yönelik bir takım takvimler hazırlanmıştı. Türkiye de bu takvime göre yasal metinleri kabul ediyor ve Avrupa Birliğine artık bizi kabul etmenizin önünde bir engel kalmadı diyerek adaylık sürecinde ilerlemeye çalışıyordu. Buna karşın Avrupa Birliği yasal düzenlemelerin yapılması yeterli değil uygulamayı da görmek gerekir diyerek Türkiye’ye yeni ödevler veriyordu. Buradan da anlaşılıyor ki dünyada yazılı bir metni kabul etmiş olmak o standartları sağladığınız anlamına gelmiyor.
Yasal metinde getirilen düzenlemenin uygulanmasında bir sistemin kurulması, bu sistemin işletilmesi, sistemin verimlilik yönüyle sürekli değerlendirilip geliştirilmesi gerekiyor. Ülkemizde hemen her konuda var olan metinler pek çok düzenleme içermekle birlikte bu düzenlemelerin hayata geçtiğini görmek neredeyse imkansız. Uygulamada yaşanan ile kağıt üzerinde yaşanan her zaman birbirinden farklı. Bu durum niteliksiz bir yönetim ve devlet yapısının var olmasından kaynaklanıyor. Devlet yapısı tarihi süreç içinde zamanla oluşuyor. Yönetim de bir kültür içinde oluşuyor. Türk devlet ve yönetim geleneğine bakıldığında yönetenlerle yönetilenler arasında devasa bir uçurum her dönemde olmuş. Yönetenler yönetirken kimseye danışmamayı, kendi bildiği gibi gücü keyfince kullanmayı, gücü kullanırken sınırlanmayı hiçbir zaman kabul etmemiş. Hesap verme geleneği hiçbir dönemde oluşmamış. Devlet ve yönetim kültürü tepede bu şekilde iken aşağıda farklı değil. Zaten aşağı ile tepe arasında uyum olmasa böyle bir kültür de oluşamazdı. Aşağıda yani toplumun içinde bireyler arası ilişkilerde de benzer bir kültür var. Herkes imkanı, gücü ve fırsatı bulduğu anda kendi keyfi isteklerine göre kullanmaya başlıyor. Toplumun içinde tartışma, sorgulama, soru sorma gibi alışkanlıklar her zaman olumsuz görülüyor. İtiraz eden, soru soran, sorgulayan kişiler bir şekilde yok edilmeye, susturulmaya, pasifize edilmeye, dışlanmaya çalışılıyor. Toplumun içinde var olan bu kültür devlet ve yönetim sistemi düzeyinde de aynı mantıkla işliyor. Devleti yönetenler sahip oldukları imkanları kendi saltanatları, kişisel arzuları için kullanıyorlar. Yönetirken alınması gereken kararları danışarak, konuşarak, tartışarak almıyorlar. Danışıyor gibi görünse dahi istendik şekilde karar çıkması için bilgi kendine göre bir anlayışla gizleniyor. Yeterli, açık ve şeffaf bilgi paylaşımı yapılmıyor. Bilgi tekelde tutulması gereken gizli bir nitelik olarak saklanıyor. Böyle olunca ortaya farklı fikirlerin çıkabilmesi, iyi bir analiz ve değerlendirme yapılabilmesi mümkün olmuyor. En üst düzeydeki devlet yönetiminden sorumlu birimler ve bireyler bir altlarında yer alan birimleri iş ortağı olarak görmek yerine yönetilecek, güdülecek, talimat verilecek bir aşağı sınıf olarak görüyor. Aşağıdakiler bilmez, anlamaz anlayışı ile kapalı bir sistem oluşturuluyor. Bu kapalı sistemde her yetki sahibi kendi özel alanında bir saltanat kuruyor. Herkes kendi imkanı ve gücü oranında çevresinde oluşturduğu özel alanlarda kendi saltanatını kurarak kaynakları kendine çevirmeye çalışıyor. Bu yönetim anlayışında toplumun tümünü düşünerek hareket edebilmek mümkün değil.
Mevcut
iktidar güce sahip oluncaya kadar topluma siyaset meydanlarında hep size efendi
olmaya gelmiyoruz, hizmetkar olmaya geliyoruz söylemi ile yaklaştı. Buna inanan
yığınlar yirmi yıla yakın bir zamandır bu iktidarı başında tutuyor. İktidar da
toplumun kendisine gösterdiği bu teveccühü adım adım kendi kişisel iktidarını
kurmada kullandı. 2002-2010 arası dönemde gücün pekiştirilmesini sağlayacak bir
yapı kurulması için yapılan mücadele 2010 yılında sonuç verdi. Bu tarihten
sonra aslında sahip olunan güç gerçek anlamda toplumun yararı için
kullanılabilseydi devletin ve yönetim sisteminin geçmişten bu yana getirdiği
pek çok sorunlu alan çözüme kavuşturulabilirdi. Gerçek anlamda toplumu düşünen
bir devlet yönetim sistemi kurularak kaynaklar toplumun tüm kesimleri için
adaletli bir şekilde dağıtılabilirdi. Adaletli bir paylaşım sistemi sayesinde
toplumda birlik ve beraberlik ruhu güçlendirilebilirdi. Geçmişte toplumun büyük
çoğunluğunu dışlayan seçkinci anlayış yok edilerek tüm toplum kesimlerini içine
alacak bir toplumsal temel kurulabilirdi. Mevcut iktidar bunu yapmak yerine
kendinden olanları önceleyen bir siyasi tek parti iktidarı oluşturdu.
Kaynakların dağıtımında siyasi partinin sahip olduğu can alıcı rolü gören
herkes amacına ulaşabilmek için siyasi partinin rengine bürünmek gerektiğini
görünce herkes bu noktaya adeta üşüştü. Ortaya çıkan teveccühü toplumun
yararına kanalize etmek yerine iktidar bundan nemalanmayı tercih etti. Siyasi
iktidarın tek lideri konumuna gelen Recep Tayyip Erdoğan bu sistemi kendine
hizmet eder bir hale dönüştürdü. Toplumda var olan karizmatik cazibesini
kullanarak önce toplumu sonra tüm devleti kendi kişisel anlayışına göre
şekillendirmeye çalıştı. Bununla birlikte bir kişinin gücü, yeteneği ve
imkanları her zaman sınırlıdır. Sınırlı olan kişisel güç kullanıldıkça tükenir.
Bugün de olan liderin tükenişinin had safhaya çıkmasıdır. Lider her şeye sahip
olmaya çalışırken sahip olduğu sınırlı gücü tüketmeye başladı. Tükenen lider
kendisi ile birlikte tüm toplumu ve devlet sistemini peşinden sürüklüyor.
Liderin etrafındakiler de kendilerine sağlanan menfaatlerden mahrum olmama veya
geçmişte yapılan yanlışlardan dolayı hesap sorulma korkusu ile lideri terk
etmemeye çalışıyor gibi görünüyorlar. Bu gidişin durdurulması çok da mümkün
görünmüyor.
Muhalifbakış
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder