Yusuf Kaplan bu değerlendirmeleri yaparken laik kesimleri ve CHP’yi suçluyor. Ancak devleti bugün veya son 20 yıldır AKP/AKPARTİ tarafından yönetiliyor. AKP/AKPARTİ’nin iktidara geldiği dönem devletin dindarlar üzerindeki baskısının en yoğun olduğu bir dönemdi. 28 Şubat yeni sona ermişti ve bu hareketi yapanlar bin yıl süreceğini iddia ediyordu. O dönemde bir dinden uzaklaşma söz konusu edilmezken bugün bu iddianın ortaya atılması manidar. Bu süreçte AKP/AKPARTİ iktidarda bulunuyor. 2010 yılına kadar da yine yoğun bir baskı altında ve bu baskıya karşın güçlü bir halk desteğine sahipti.
O dönemden bu güne iktidar her alanda kendince önceliklendirdiği konularda çalışmalar yaptı. Pek çok konuda önemli gelişmeler de kaydettiği bir gerçek. İktidarın öncelik verdiği konulardan birisi de dindar bir toplum oluşturma hedefi idi. Geçmişte büyük bir travmaya neden olan başörtüsü konusunda da iktidar önemli adımlar attı. Dindar nesil yetiştirme diye nitelediği hedefe ulaşmak için din eğitimi veren imam hatip liseleri, ilahiyat fakülteleri, dini yayınlar yapan her tür yayın aracının, sivil toplum kuruluşlarının gelişmesine kolaylık sağladı. Buna rağmen bugün Yusuf Kaplan dinden uzaklaşma tehlikesinden söz ediyor. 10 yıla kadar dinin toplum hayatında sembolik bir işlevden öte bir anlamının kalmayacağını söylüyor. Buna karşı da İmam Hatip okullarının sayısının artırılarak öncü kuşaklar yetiştirilmesini öneriyor. Oysa bu güne kadar dini güçlendirmeye yönelik olacağı söylenen okulların sayısı zaten artırılmıştı. Son dönemlerde imam hatipler öğrenci bulamama aşamasına gelmeye başlamıştı. Bir bakıma toplumun imam hatip okulu ihtiyacı sanal olarak şişirilir duruma gelmeye başlamıştı. Devletin en üst düzeyindeki yönetimin imam hatiplilik anlayışına sahip çıkmasının getirdiği bir güçle alt kadrolar imam hatip sayısını artırma yollarını aramak zorunda kaldıklarını hissediyorlardı. Bu da aslında bir bakıma üstten gelen bir baskının sonucu olan zorlamaya dayalı gelişme idi. Aslında geçmişte imam hatip sayısı devlet tarafından zorla azaltılmaya çalışılırken bu gün tersine bu kez zorla artırılmaya çalışıldığı görülüyor. Aslında geçmişte de bu gün de bu konu sanal bir şekilde yönetilmeye çalışılıyor. Geçmişte yapılan ne kadar yanlış ise bugün yapılan da yine aynı derecede yanlış. Yusuf Kaplan toplumdaki yaşayışa tarafsız bir anlayışla yaklaşamadığı için getirdiği çözümler de gerçeklikle uyuşmuyor. Sorun imam hatip liselerinin sayısının azlığı değil. Sorun toplumu yönetme sorumluluğunu üzerine almış bir iktidarın dindarlık adına yaptıklarının yanlışlığından kaynaklanıyor. Bu nedenle bugünkü sorunları ve çözümlerine yönelik gerçekçi öneriler sunabilmek için geçmiş ve bugünü doğru değerlendirmek gerekiyor.
Ne olduysa 2010 sonrası yani AKP/AKPARTİ’nin herhangi bir güçle sıkıştırılmadığı, mutlak güce ulaştığı dönemlerde oldu. İktidar partisini lideri Recep Tayyip Erdoğan’dan ayrı bir oluşum olarak nitelemek zor. Partinin kurulduğu andan itibaren Recep Tayyip Erdoğan her zaman partinin önünde ve üstünde yer aldı. Partide yer alan diğer herkes liderin sözü üstüne söz söylemedi.
Mutlak gücü eline geçirdiği andan itibaren iktidar devleti baştan aşağı dönüştürmeye çalıştı. Bu dönüşüm sürecinde açık, şeffaf, ilke ve uygulamalar kullanılamadı, geliştirilemedi. Tersine kendini destekleyen, güçlendiren yapıları ve grupları kullandı, işbirliği yaptı. Muhalif olan, eleştiren veya altındaki toprağı kaydıracak diye düşündüklerini, gördüklerini saf dışı bıraktı, görmezden geldi, pasifize etti, zayıflattı.
Örnek olarak bir dönem FETÖ ile güçlü bir işbirliği yaparken zamanla gücü elinden almaya çalıştığını gördüğü bu grubu 17/25 Aralık sonrası tasfiye etmeye çalıştı ve 15 Temmuzla birlikte tamamen ülke dışına çıkarttı. Ülke içinde kalanları da hala takibe devam ediyor. Bugün için artık bu grubun geçmişteki gücünü yeniden kazanması oldukça zor görünüyor. İktidar 15 Temmuzu da bir gerekçe olarak kullanarak muhalif medyayı güçsüzleştirmenin her yolunu bugün de denemeye devam ediyor. Her konuşmasında CHP’yi geçmişinden örneklerle hala bugünkü sorunların baş sorumlusu olarak göstermeye çalışıyor. Öte yandan Eğitim Bir Sen ve üst konfederasyonların her yıl yapılan genel kurul toplantılarına katılıp onları onore ediyor. Yeni hükümet sisteminin getirdiği politika kurullarında kendisini destekleyen grupların etkin kişilerine yer vererek hala yanlarında olduğu imajını veriyor. İmam Hatip Liselerine ait vakıf, dernek ve diğer sivil toplum kurullarının düzenlediği yıllık toplantılarına katılıyor, konuşmalar yapıyor, doğrudan veya dolaylı desteklerde bulunuyor. Yandaş medya araçlarının güçlenmesi için elinden geleni yapıyor. Kamu ihalelerini verdiği kişiler için her tür kolaylığı sağlayıcı düzenlemeleri bekletmeden yapıyor. İmam Hatip Liselilere özel muamele yapılıyor. İlahiyatçılara her tür yönetim kadrolarında istihdam imkanı sunuluyor. Bunun bir sonucu olarak üniversitelerde ilahiyat fakülte ve öğrenci sayıları ile diğer kadroları artıyor. Bunları yaparken de hak, hukuk, adalet, eşitlik, ehliyet, liyakat ilkeleriyle hareket etmiyor. İktidarın bu uygulamaları pek çok devlet kurumunda açıkça görülüyor. Hemen her dönemde ayrıcalık sahibi kişilere karşı toplumda bir öfke, hınç, kızgınlık olmuştur. Bugün de iktidarın bu ayrımcı politikalarından kaynaklı bir öfke dolayısıyla iktidarın temsil ettiğini söylediği değerlere yani dine yöneliyor. Eğer dinden bir uzaklaşma söz konusu ise bu tüm gücün sahibi olan AKP/AKPARTİ’nin yaptıklarından kaynaklanıyor.
İslam protestanlaşırsa bunun en büyük sorumlusu iktidar ve onun destekçileri, yani Yusuf Kaplan’ın kendi zihniyeti. İmam hatiplik rolü artık işlevsizleşti. İktidar imam hatipliği kadrolaşma aracı haline dönüştürünce menfaatçiler bu alana yöneldi.
Devlette ve toplumda İslam görünür oldukça ki bunu iktidar sağlamaya çalışıyor. Yolsuzluk, usulsüz kadrolaşma, haksızlık, ihale koşturmaya dönüştü. Mücahitlikten müşahitliğe, müşahitlikten müteahhitliğe evrilme AKP/AKPARTİ zamanında oldu.
Cumhurbaşkanı Ömerler arıyorum derken etrafındakilere 4-5 maaş dağıtan bir sisteme göz yumdu. Banka yönetim kurullarına ilgisiz kişileri atadı. Ehliyet ve liyakati adeta öldürdü. Devletin nizam ve intizamına düzen getirmek yerine denetimsiz alanlar yaratıp buraları taraftarlarına rant sağlama alanlarına dönüştürdü. İslam’ın bu duruma gelmesi hiç şaşırtıcı değil. Geçmişte yolsuzlukla anılan kişiler zaman içinde perde arkasına itilse de oluşan rant dağıtım sistemini devre dışına çıkaracak bir düzenlemeyi hayata geçirmek yerine işleyişi kapalı kapılar ardına gizlemeyi tercih etti. Tıpkı Osmanlı’nın son dönemlerindeki gibi ehil olmadığına bakılmaksızın mevki ve makamlar dağıtıldı. En üst yönetimin gözüne girme adına alt kadrolar adeta kendilerini ispat etme adına yukarıdan gelen veya yukarıdakilere yakın çevrelerden gelen talimatları birinci öncelikli görev olarak yerine getirmeyi düşünüyor.
Tüm bu yaşananlar kendini baştan beri İslami değerlere karşı hassasiyetli gösteren iktidar nezdinde toplumdaki İslam algısına yansıması da hiç şaşırtıcı değil. Özellikle toplumun genç kesimi arasındaki din algısı tamamen AKP/AKPARTİ dönemiyle sınırlı. Bu nedenle gençler arasındaki dine bakış iktidarın yaptıkları ile birleştiğinde ortaya çelişkili bir duygu durumunun ortaya çıkmasına neden oluyor. 2002 öncesi dönemlerde toplumda yaşanan din-devlet-toplum ilişkilerine dair olaylar sadece kitaplardan ve o dönemi yaşamışların anlatımlarından öğrenilebiliyor. Bu ise gerçekliğin olduğu gibi algılanmasına katkı sağlamıyor.
Yusuf Kaplan MEB müsteşarı Yusuf Tekin’in yaptığı kadrolaşmaları kazanım olarak kucaklarken toplumun nezdinde söylemleri ile temsil ettiği İslam’a en büyük ihaneti yaptığını görmeliydi. Zira Yusuf Tekin dönemi MEB kadrolaşması genelde ideolojik içerikli bir anlayışla yapıldı. Bu anlayışla yürütülen kadrolaşmada mülakat sınavları ve Eğitim Bir Sen etkin bir araç olarak kullanıldı. Eğitim sistemi tamamen Eğitim Bir Sen’e teslim edildi. Bu gün hala bu sendikanın eğitim sisteminin yapılandırmasındaki etkisi ve gücü devam ediyor. Yusuf Kaplan MEB’de yapılan bu kadrolaşma çalışmasına gözü kapalı onay verdi. Oysa işi ehline verme anlayışının önemli bir değer olduğu dinde böylesi bir ideolojik yaklaşımın haklı görülmesi ve gösterilmesi çok da kolay bir yaklaşım değildi. MEB içinde yaşanan bu olaylar toplumun gözünün önünde geçti. Küçük bir taraftar medya grubu dışında bu yapılanları haklı gören biri olmamasına rağmen kendi çevreleri dışında herkese kulaklarını tıkamaya alışmış, güç sarhoşu olmuş bir grup olarak iktidar taraftarlarınca her zaman sahiplenildi. Bu sahiplenme toplumun genç kesimleri arasında dini değerlerle özdeşleştirilen iktidarın nezdinde dine de mal edilerek dine bakışın bu duruma gelmesine katkı sağladı.
Bir gecede tüm kadroları havuza alıp yerlerine kendi adamlarını önceden sonucu belli mülakat sınavlarıyla atamak ne derece İslami?
Kadroların yüzde yüze yakını aynı sendikadan olması en önemli değer olan ehliyet ve liyakate, hak ve adalete ne derece uygun. Mahkemelerin hukuka aykırı diye nitelediği fiilleri, kararları yazılı kuralları hiçe sayarak görmezden gelmek, etrafından dolaşmak ne kadar dine uygun?
Devlet yönetmenin dinle bir ilgisi yokken bunu dindarlık göstergesi haline getirmek sadece devletteki düzenin temeline dinamit koymuyor, doğal olarak dine de zarar veriyor. Bu zarar AKP/AKPARTİ döneminde tavan yaptı. İktidarın yaptığı gibi müdahale olunca dinden/İslam’dan uzaklaşmak doğal. İslam hayatın her alanında görünür kılma girişimleri iktidar tarafından usulsüz yöntemlerle uygulanınca dinden de uzaklaşma doğal. İslam sadece bireysel bir bilinç olmasın ancak yolsuzluk kılıfı da yapılmasın.
İktidar gücü eline geçirdiği andan itibaren siyasi taraftarlık yerine ehliyeti, liyakati hak ve adaleti, açıklığı, şeffaflığı önceleyen uygulamaları hayata geçirebilseydi temsil ettiği değerlerin çekiciliği o zaman artardı. Devlet kadrolarına seçimler objektif ve tüm sendika temsilcilerine açık mülakat sınavları ve yazılı sınavlarıyla yapılabilseydi, kadrolarda tüm sendikalardan dengeli sayıda yönetici yer alsaydı, sınavlara giren, kazanan ve kaybeden herkes gerçekten ehil ve layık olanlar seçiliyor inancı açık yüreklilikle dile getirilseydi o zaman iktidarın temsil ettiği dindarlık bu gün daha fazla güçlenebilirdi. Hukuk kurallarını her şeyin üstünde tutsaydı, yasama, yürütme ve yargıyı gerçekten devletin üç bağımsız işlevi olarak hayata geçirecek düzenlemeler, ilkeler geliştirip buna göre devletin iç nizamına düzen getirebilmek için emniyet ve adalet sistemi işletilseydi, vergi kaçaklarını, haksız vergi sistemini çözecek, gelir adaletini sağlayacak bir devlet yönetimi ve bunları takip edecek bir denetim sistemi kurulup kuralların gereğini yapmayan herkese ayrım gözetmeden cezai yaptırımlar uygulanabilseydi bu durum dindarlığı o zaman güçlendirirdi.