28 Aralık 2020 Pazartesi

Yusuf Kaplan ve İslam’ın Terk Edilmesi Tehlikesi


       Yusuf Kaplan yazı yazdığı köşesinde “Felâketin çan sesleri: İslâm’ın terkedilmesi tehlikesi!” başlıklı yazısında; İstanbul Büyükşehir Belediyesi sema törenini değerlendirdikten sonra ülkede laik kesimler eliyle İslam’ın kamusal alandan uzaklaştırılarak büyük bir cinayet işlendiğini, hayatın her alanına müdahale eden İslam’ın toplum dışı bırakılması çabalarının ahmaklık ya da savaş olduğunu, bu çaba sonunda İslam’ın protestanlaştırılacağını, ruhunun yok edileceğini iddia etmektedir. Bu süreçte gençlerin suçunun olmadığını, devlet başta olmak üzere kendisi de dahil herkesin suçlu olduğunu beyan etmekte, toplumda deizmin hızla yayılırken İslam’ın ve İslami duyarlılığın hızla terkedildiğini, böyle giderse 10 sene içinde dinin tamamen hayattan çıkabileceğini, bu sürece karşı İmam Hatip Liselerinin tarihi bir sosyo-kültürel rolü olduğunu söyleyerek hızla bu okulların artırılması gerektiğini teklif etmekte ve kendisinin de öncü kuşaklar yetiştirmek için dalgakıranlar gibi mücadele ettiğini söylemektedir. 

Yusuf Kaplan bu değerlendirmeleri yaparken laik kesimleri ve CHP’yi suçluyor. Ancak devleti bugün veya son 20 yıldır AKP/AKPARTİ tarafından yönetiliyor. AKP/AKPARTİ’nin iktidara geldiği dönem devletin dindarlar üzerindeki baskısının en yoğun olduğu bir dönemdi. 28 Şubat yeni sona ermişti ve bu hareketi yapanlar bin yıl süreceğini iddia ediyordu. O dönemde bir dinden uzaklaşma söz konusu edilmezken bugün bu iddianın ortaya atılması manidar. Bu süreçte AKP/AKPARTİ iktidarda bulunuyor. 2010 yılına kadar da yine yoğun bir baskı altında ve bu baskıya karşın güçlü bir halk desteğine sahipti. 

O dönemden bu güne iktidar her alanda kendince önceliklendirdiği konularda çalışmalar yaptı. Pek çok konuda önemli gelişmeler de kaydettiği bir gerçek. İktidarın öncelik verdiği konulardan birisi de dindar bir toplum oluşturma hedefi idi. Geçmişte büyük bir travmaya neden olan başörtüsü konusunda da iktidar önemli adımlar attı. Dindar nesil yetiştirme diye nitelediği hedefe ulaşmak için din eğitimi veren imam hatip liseleri, ilahiyat fakülteleri, dini yayınlar yapan her tür yayın aracının, sivil toplum kuruluşlarının gelişmesine kolaylık sağladı. Buna rağmen bugün Yusuf Kaplan dinden uzaklaşma tehlikesinden söz ediyor. 10 yıla kadar dinin toplum hayatında sembolik bir işlevden öte bir anlamının kalmayacağını söylüyor. Buna karşı da İmam Hatip okullarının sayısının artırılarak öncü kuşaklar yetiştirilmesini öneriyor. Oysa bu güne kadar dini güçlendirmeye yönelik olacağı söylenen okulların sayısı zaten artırılmıştı. Son dönemlerde imam hatipler öğrenci bulamama aşamasına gelmeye başlamıştı. Bir bakıma toplumun imam hatip okulu ihtiyacı sanal olarak şişirilir duruma gelmeye başlamıştı. Devletin en üst düzeyindeki yönetimin imam hatiplilik anlayışına sahip çıkmasının getirdiği bir güçle alt kadrolar imam hatip sayısını artırma yollarını aramak zorunda kaldıklarını hissediyorlardı. Bu da aslında bir bakıma üstten gelen bir baskının sonucu olan zorlamaya dayalı gelişme idi. Aslında geçmişte imam hatip sayısı devlet tarafından zorla azaltılmaya çalışılırken bu gün tersine bu kez zorla artırılmaya çalışıldığı görülüyor. Aslında geçmişte de bu gün de bu konu sanal bir şekilde yönetilmeye çalışılıyor. Geçmişte yapılan ne kadar yanlış ise bugün yapılan da yine aynı derecede yanlış. Yusuf Kaplan toplumdaki yaşayışa tarafsız bir anlayışla yaklaşamadığı için getirdiği çözümler de gerçeklikle uyuşmuyor. Sorun imam hatip liselerinin sayısının azlığı değil. Sorun toplumu yönetme sorumluluğunu üzerine almış bir iktidarın dindarlık adına yaptıklarının yanlışlığından kaynaklanıyor. Bu nedenle bugünkü sorunları ve çözümlerine yönelik gerçekçi öneriler sunabilmek için geçmiş ve bugünü doğru değerlendirmek gerekiyor. 

Ne olduysa 2010 sonrası yani AKP/AKPARTİ’nin herhangi bir güçle sıkıştırılmadığı, mutlak güce ulaştığı dönemlerde oldu. İktidar partisini lideri Recep Tayyip Erdoğan’dan ayrı bir oluşum olarak nitelemek zor. Partinin kurulduğu andan itibaren Recep Tayyip Erdoğan her zaman partinin önünde ve üstünde yer aldı. Partide yer alan diğer herkes liderin sözü üstüne söz söylemedi. 

Mutlak gücü eline geçirdiği andan itibaren iktidar devleti baştan aşağı dönüştürmeye çalıştı. Bu dönüşüm sürecinde açık, şeffaf, ilke ve uygulamalar kullanılamadı, geliştirilemedi. Tersine kendini destekleyen, güçlendiren yapıları ve grupları kullandı, işbirliği yaptı. Muhalif olan, eleştiren veya altındaki toprağı kaydıracak diye düşündüklerini, gördüklerini saf dışı bıraktı, görmezden geldi, pasifize etti, zayıflattı. 

Örnek olarak bir dönem FETÖ ile güçlü bir işbirliği yaparken zamanla gücü elinden almaya çalıştığını gördüğü bu grubu 17/25 Aralık sonrası tasfiye etmeye çalıştı ve 15 Temmuzla birlikte tamamen ülke dışına çıkarttı. Ülke içinde kalanları da hala takibe devam ediyor. Bugün için artık bu grubun geçmişteki gücünü yeniden kazanması oldukça zor görünüyor. İktidar 15 Temmuzu da bir gerekçe olarak kullanarak muhalif medyayı güçsüzleştirmenin her yolunu bugün de denemeye devam ediyor. Her konuşmasında CHP’yi geçmişinden örneklerle hala bugünkü sorunların baş sorumlusu olarak göstermeye çalışıyor. Öte yandan Eğitim Bir Sen ve üst konfederasyonların her yıl yapılan genel kurul toplantılarına katılıp onları onore ediyor. Yeni hükümet sisteminin getirdiği politika kurullarında kendisini destekleyen grupların etkin kişilerine yer vererek hala yanlarında olduğu imajını veriyor. İmam Hatip Liselerine ait vakıf, dernek ve diğer sivil toplum kurullarının düzenlediği yıllık toplantılarına katılıyor, konuşmalar yapıyor, doğrudan veya dolaylı desteklerde bulunuyor. Yandaş medya araçlarının güçlenmesi için elinden geleni yapıyor. Kamu ihalelerini verdiği kişiler için her tür kolaylığı sağlayıcı düzenlemeleri bekletmeden yapıyor. İmam Hatip Liselilere özel muamele yapılıyor. İlahiyatçılara her tür yönetim kadrolarında istihdam imkanı sunuluyor. Bunun bir sonucu olarak üniversitelerde ilahiyat fakülte ve öğrenci sayıları ile diğer kadroları artıyor. Bunları yaparken de hak, hukuk, adalet, eşitlik, ehliyet, liyakat ilkeleriyle hareket etmiyor. İktidarın bu uygulamaları pek çok devlet kurumunda açıkça görülüyor. Hemen her dönemde ayrıcalık sahibi kişilere karşı toplumda bir öfke, hınç, kızgınlık olmuştur. Bugün de iktidarın bu ayrımcı politikalarından kaynaklı bir öfke dolayısıyla iktidarın temsil ettiğini söylediği değerlere yani dine yöneliyor. Eğer dinden bir uzaklaşma söz konusu ise bu tüm gücün sahibi olan AKP/AKPARTİ’nin yaptıklarından kaynaklanıyor.   

İslam protestanlaşırsa bunun en büyük sorumlusu iktidar ve onun destekçileri, yani Yusuf Kaplan’ın kendi zihniyeti. İmam hatiplik rolü artık işlevsizleşti. İktidar imam hatipliği kadrolaşma aracı haline dönüştürünce menfaatçiler bu alana yöneldi. 

Devlette ve toplumda İslam görünür oldukça ki bunu iktidar sağlamaya çalışıyor. Yolsuzluk, usulsüz kadrolaşma, haksızlık, ihale koşturmaya dönüştü. Mücahitlikten müşahitliğe, müşahitlikten müteahhitliğe evrilme AKP/AKPARTİ zamanında oldu. 

Cumhurbaşkanı Ömerler arıyorum derken etrafındakilere 4-5 maaş dağıtan bir sisteme göz yumdu. Banka yönetim kurullarına ilgisiz kişileri atadı. Ehliyet ve liyakati adeta öldürdü. Devletin nizam ve intizamına düzen getirmek yerine denetimsiz alanlar yaratıp buraları taraftarlarına rant sağlama alanlarına dönüştürdü. İslam’ın bu duruma gelmesi hiç şaşırtıcı değil. Geçmişte yolsuzlukla anılan kişiler zaman içinde perde arkasına itilse de oluşan rant dağıtım sistemini devre dışına çıkaracak bir düzenlemeyi hayata geçirmek yerine işleyişi kapalı kapılar ardına gizlemeyi tercih etti. Tıpkı Osmanlı’nın son dönemlerindeki gibi ehil olmadığına bakılmaksızın mevki ve makamlar dağıtıldı. En üst yönetimin gözüne girme adına alt kadrolar adeta kendilerini ispat etme adına yukarıdan gelen veya yukarıdakilere yakın çevrelerden gelen talimatları birinci öncelikli görev olarak yerine getirmeyi düşünüyor. 

Tüm bu yaşananlar kendini baştan beri İslami değerlere karşı hassasiyetli gösteren iktidar nezdinde toplumdaki İslam algısına yansıması da hiç şaşırtıcı değil. Özellikle toplumun genç kesimi arasındaki din algısı tamamen AKP/AKPARTİ dönemiyle sınırlı. Bu nedenle gençler arasındaki dine bakış iktidarın yaptıkları ile birleştiğinde ortaya çelişkili bir duygu durumunun ortaya çıkmasına neden oluyor. 2002 öncesi dönemlerde toplumda yaşanan din-devlet-toplum ilişkilerine dair olaylar sadece kitaplardan ve o dönemi yaşamışların anlatımlarından öğrenilebiliyor. Bu ise gerçekliğin olduğu gibi algılanmasına katkı sağlamıyor. 

Yusuf Kaplan MEB müsteşarı Yusuf Tekin’in yaptığı kadrolaşmaları kazanım olarak kucaklarken toplumun nezdinde söylemleri ile temsil ettiği İslam’a en büyük ihaneti yaptığını görmeliydi. Zira Yusuf Tekin dönemi MEB kadrolaşması genelde ideolojik içerikli bir anlayışla yapıldı. Bu anlayışla yürütülen kadrolaşmada mülakat sınavları ve Eğitim Bir Sen etkin bir araç olarak kullanıldı. Eğitim sistemi tamamen Eğitim Bir Sen’e teslim edildi. Bu gün hala bu sendikanın eğitim sisteminin yapılandırmasındaki etkisi ve gücü devam ediyor. Yusuf Kaplan MEB’de yapılan bu kadrolaşma çalışmasına gözü kapalı onay verdi. Oysa işi ehline verme anlayışının önemli bir değer olduğu dinde böylesi bir ideolojik yaklaşımın haklı görülmesi ve gösterilmesi çok da kolay bir yaklaşım değildi. MEB içinde yaşanan bu olaylar toplumun gözünün önünde geçti. Küçük bir taraftar medya grubu dışında bu yapılanları haklı gören biri olmamasına rağmen kendi çevreleri dışında herkese kulaklarını tıkamaya alışmış, güç sarhoşu olmuş bir grup olarak iktidar taraftarlarınca her zaman sahiplenildi. Bu sahiplenme toplumun genç kesimleri arasında dini değerlerle özdeşleştirilen iktidarın nezdinde dine de mal edilerek dine bakışın bu duruma gelmesine katkı sağladı. 

Bir gecede tüm kadroları havuza alıp yerlerine kendi adamlarını önceden sonucu belli mülakat sınavlarıyla atamak ne derece İslami? 

Kadroların yüzde yüze yakını aynı sendikadan olması en önemli değer olan ehliyet ve liyakate, hak ve adalete ne derece uygun. Mahkemelerin hukuka aykırı diye nitelediği fiilleri, kararları yazılı kuralları hiçe sayarak görmezden gelmek, etrafından dolaşmak ne kadar dine uygun? 

Devlet yönetmenin dinle bir ilgisi yokken bunu dindarlık göstergesi haline getirmek sadece devletteki düzenin temeline dinamit koymuyor, doğal olarak dine de zarar veriyor. Bu zarar AKP/AKPARTİ döneminde tavan yaptı. İktidarın yaptığı gibi müdahale olunca dinden/İslam’dan uzaklaşmak doğal. İslam hayatın her alanında görünür kılma girişimleri iktidar tarafından usulsüz yöntemlerle uygulanınca dinden de uzaklaşma doğal. İslam sadece bireysel bir bilinç olmasın ancak yolsuzluk kılıfı da yapılmasın. 

İktidar gücü eline geçirdiği andan itibaren siyasi taraftarlık yerine ehliyeti, liyakati hak ve adaleti, açıklığı, şeffaflığı önceleyen uygulamaları hayata geçirebilseydi temsil ettiği değerlerin çekiciliği o zaman artardı. Devlet kadrolarına seçimler objektif ve tüm sendika temsilcilerine açık mülakat sınavları ve yazılı sınavlarıyla yapılabilseydi, kadrolarda tüm sendikalardan dengeli sayıda yönetici yer alsaydı, sınavlara giren, kazanan ve kaybeden herkes gerçekten ehil ve layık olanlar seçiliyor inancı açık yüreklilikle dile getirilseydi o zaman iktidarın temsil ettiği dindarlık bu gün daha fazla güçlenebilirdi. Hukuk kurallarını her şeyin üstünde tutsaydı, yasama, yürütme ve yargıyı gerçekten devletin üç bağımsız işlevi olarak hayata geçirecek düzenlemeler, ilkeler geliştirip buna göre devletin iç nizamına düzen getirebilmek için emniyet ve adalet sistemi işletilseydi, vergi kaçaklarını, haksız vergi sistemini çözecek, gelir adaletini sağlayacak bir devlet yönetimi ve bunları takip edecek bir denetim sistemi kurulup kuralların gereğini yapmayan herkese ayrım gözetmeden cezai yaptırımlar uygulanabilseydi bu durum dindarlığı o zaman güçlendirirdi.

                                                                               Muhalifbakış

                                                                          izmirmuhammedali@gmail.com

 

21 Aralık 2020 Pazartesi

Dindarlık Anlayışını Yeniden Düşünmek


 

Devlet yönetimi, kanunların uygulanması sırasında yapılan yolsuzluklar toplumda devlete, adalete olan güven ve inancı sarsıyor. Mevcut iktidar döneminde yaşanan yirmi yıllık tecrübe bu anlamda yeni bir bakış açısının doğmasına neden olacak gibi görünüyor. 

İktidar başta yeterli güce sahip olmadığı için gücünü artırma adına toplumun büyük kesimlerini(kendini yeterince güvenle desteklemeyenleri) kazanma adına girişimlerde bulundu. Geçmişte dile getirdiği vaadleri gerçekleştirme mücadelesi veren bir görüntü oluşturmaya çalıştı. Geçmiş dönemlerde yok sayılan, aşağılanan, ezilen grupların önünü açıcı çalışmalarda bulundu. Bunları yaparken o gün için küçük gibi görünen yolsuzluklara göz yumdu, bu yolsuzlukları bizzat uyguladı. Dindarlık söylemi bu süreçte etkiliydi. Bu aşamada hangi anlayışta olursa olsun gerçek anlamda ehliyet ve liyakati öne alan seçme sistemleri kurulabilseydi uzun vadede toplumda hak, adalet, ehliyet ve liyakat güçlendirilebilirdi. Bu da toplumda hak ve adalet duygusunu güçlendirirdi. Fakat iktidar bunun yerine kapalı kapılar ardında işbirliği yaptığı gruplarla kadrolaşmayı ehliyet ve liyakat esaslarından çıkarıp taraftar referans sistemine, esasına oturttu. Kendilerince güvenilir diye kabul edilen, zarar gelmez diye nitelenen kişi ve gruplar aracılığıyla gelen herkesi kadrolara yerleştirmeye başladılar. Bu süreçte parti teşkilatı ana belirleyici referans merkeziydi. Bununla birlikte parti teşkilatları dışından da özellikle dindar camiadan önemli kadrolaşmalara da en azından göz yumdular. 

Bugün FETÖ diye nitelenen grup o dönemlerde hizmet hareketi adıyla iktidarın en yakın işbirliği yaptığı grupların başında geliyordu. Bu grubun sahip olduğu medya araçları, bürokrasinin her kademesinde yıllar boyu süren çalışmalarla yerleşmiş olan kadrolar, toplumun tüm kesimlerine kadar ulaşmış örgütlü ilişkiler ağı, yurt dışı yapılanması ve ilişkileri iktidarla daha fazla içli dışlı olmasına neden oldu. Diğer gruplara göre daha sistemli ve güçlü konuma sahip olan bu grupla girilen işbirliği sayesinde ülke içinde geçmişte önemli bir işlev görmüş askeri ve sivil vesayet odaklarına karşı önemli başarılar elde edildi. 

FETÖ grubu iktidarla girdiği işbirliği sayesinde geçmişteki gücüne daha fazla güç katmaya başladı. Öyle ki iktidarın bile önüne geçmeye başlayınca iktidarın referansıyla işgörenler ayaklarının altındaki toprağın kaymaya başladığını, kendileri iktidarda olmalarına karşın FETÖ grubunun kendilerinin önüne geçmeye başladığını görünce doğal olarak tepki göstermek zorunda kaldılar. Bu tepkinin sonunda iktidar-FETÖ çatışması doğdu. İktidarın başında bulunan Recep Tayyip Erdoğan’ın sahip olduğu toplumsal karizma FETÖ grubunun yenilgisini getirdi. Her ne kadar iktidar ile FETÖ arasındaki çatışmayı iktidar kazanmış da olsa bu kazanç iktidar tarafında da pek çok değişimin yaşanmasına neden oldu. Recep Tayyip Erdoğan iktidara geldiği dönemlerde dile getirdiği pek çok söylemi FETÖ ile girilen mücadelede değiştirme yoluna gitti. Bu değişim sürecinde özellikle kendini güçlendirecek bir yapılanmayı oluşturmaya öncelik verdi. Geçmişte üç dönem diye öne çıkarılan söylemler unutuldu. Demokrasi, insan hakları, yolsuzlukla mücadele, garip gurebanın korunması gibi pek çok söylem yerine kendi kişisel iktidarını güçlendirecek bir sistemi kurma yoluna gitti. Bugün hem cumhurbaşkanı, hem siyasi parti lideri sıfatı ile yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tek başına dizayn etme gücüne sahip oldu. 

En yakınlarının başında bulunduğu veya desteklediği ya da kendine sorgusuz sualsiz bağlı olacak vakıflar, sivil toplum kuruluşları veya medya araçlarını oluşturarak ve kullanarak kendine bağımlı toplum kesimleri oluşturmaya, var olanların da sayılarını arttırmaya çalışıyor. 

Bu süreçte yine yolsuzluk örneği uygulamalara aynen devam ediliyor. Parti yine en güçlü referans kaynağı konumunda bulunuyor. Artık partinin üstünde bir güç yok ve partide tek söz sahibi kişi lider. Parti referansı bürokrasinin, sivil toplumun, yerel yönetimin, iş dünyasının, ekonominin, medyanın, kısaca hayatın pek çok alanının içinde etkin bir araç olarak kullanılıyor. Mülakat sınavları parti referansıyla bürokrasideki kadrolaşmaya hizmet ediyor. Özellikle kamu gücünün güdümündeki veya etkisindeki şirketlere iş başvurusunda bulunanlar yine parti referansına göre kabul ediliyor. Yerel yönetimlerde elde bulundurulan makamlar KPSS sınav kriterlerinin etrafından dolanarak devlet kadrolarına geçmenin yolu olarak kullanılıyor. Kamu ihaleleri buna göre veriliyor. Yatırım programlarındaki yatırımların öncelikleri buna göre belirleniyor. Geçici işçi kadroları dahi bu yolla dağıtılıyor, paylaştırılıyor. 

Yolsuzluk elbette pek çok alanda yaşanan sorunları daha da büyütüyor. Yolsuzluk politikasızlığı doğurduğu için bugün hemen hiçbir alanda bir politikadan söz edilememektedir. Tarımdaki politikasızlık toplumun günlük hayatını her geçen gün çıkmaza sürüklüyor. Ekonomi başta olmak üzere genel olarak devlet yönetim sistemlerindeki politikasızlık ve sonucunda ortaya çıkan sorunlar oluşturulan sanal dış düşmanlarla perdelenmeye çalışılıyor. 

            Yolsuzluğun yol haline geldiği bir sistemde sağlıklı bir toplumun oluşması, hele de dindar neslin yetiştirilmesi mümkün olamaz. Yaşanan bu iktidar tecrübesi toplumda dindarlık kavramının erozyona uğramasına neden olurken geçmişten bu güne dindarlığı bir çözüm olarak gören pek çok kesimler için de hayal kırıklığı oluşturuyor. Özellikle dindarlığı bir yaşam biçimi olarak görenler için acı da olsa öğretici bir tecrübeyi yaşamak önemli gibi görünüyor. Bu gün artık dindarlığı bir kez daha yeniden düşünmek, yeniden sorgulamak, yeniden keşfetmek gerekiyor.

 

Muhalifbakış

           izmirmuhammedali@gmail.com

 

16 Aralık 2020 Çarşamba

HDP’yi Kapatmak Çözüm Mü?


 

MHP ve Vatan Partisi başta olmak üzere bazı gruplar HDP’nin kapatılması gerektiğine dair açıklamalar yapıyorlar. HDP’nin kapatılması çare mi sorusu insanın zihnine takılıyor. HDP öncesi başka partiler vardı ve bunlar kapatıldı. Buna rağmen bu anlayış ortadan kalkmamışken bugün HDP’nin kapatılmasını bir çözüm olarak sunmak çok da inandırıcı ve mantıklı görünmüyor.

HDP siyasi bir parti olarak seçimlerde aldığı oy oranında meclise girme hakkı elde etmiş bir parti. HDP politikası konusunda herkesin bir değerlendirmesi, düşüncesi mutlaka vardır. HDP siyasal hayatta daha çok ülkedeki Kürt nüfustan oy alan bir parti. Kürt oy verenler tarafından HDP’ye mutlaka bir anlam yüklendiği için oy veriliyor. HDP’nin söylemlerine bakıldığında Kürt milliyetçiliğini önceleyen bir yaklaşımı var. Aslında HDP’nin geldiği çizgiye bakıldığında tam bir Kürt Milliyetçiliğinden söz etmek mümkün olmamakla birlikte gelinen noktada Kürt milliyetçiliğine doğru bir dönüşüm geçirdiği söylenebilir. HDP öncesi dönemdeki siyasi partilere bakıldığında genelde hep Kürtleri önceleyen bir söyleme sahip olunduğu görülüyor. Kürtleri önceleyen hareketlerin içinde bulunan kişilerin siyasal düşüncelerine bakıldığında aslında başlangıçta milliyetçilikten uzak bir söylemi dile getirdikleri görülüyor. Daha çok Marksist-Leninist, sol bir anlayışla hareket eden grupların içinde geliştikleri söylenebilir. Buradan yola çıkan hareket zamanla Kürt Milliyetçiliğine dönüşmüş gibi görünüyor.

Bugün ülkede Kürtlük bilincine sahip toplum kesimleri tarafından en fazla değer atfedilen kişi Abdullah Öcalan gibi görünüyor. Abdullah Öcalan öncesi de kürtlük bilinci bu ülkede mutlaka vardı. Kürt hareketi ile ilgili bilinçli bir hareketin başlangıcını 18-19.yüzyıla kadar götürenlerin olduğu görülüyor. Buna karşın Abdullah Öcalan özellikle Cumhuriyet dönemi dikkate alındığında en karizmatik kişilerden başta geleni olarak görülüyor denebilir. Bu kişinin siyasal geçmişine bakıldığında Marksist-Leninist bir arka plana sahip olduğu söyleniyor. Bugün PKK diye nitelenen terör örgütünün kurucu ve yöneticilerinden biri olarak Abdullah Öcalan sahip olduğu siyasi anlayışla harekete geçerken Kürt Milliyetçiliğini belki de hiç aklına getirmiyordu. Marksist-Leninist anlayışa sahip söylemlerin milliyetçilik söylemleri ile örtüşmediğini genel olarak herkes kabul edecektir. Bu anlayışla hareket eden APO uzun bir süre Kürtlerden destek görmedi. Silahlı bir mücadele gücü olarak harekete başlayan PKK/APO zamanla Kürt Milliyetçisi haline dönüştüler. Bu dönüşümü sadece bu grubun veya şahsın kendi çabasının bir sonucu olarak görmek doğru olmaz.

Kürtler diye nitelenen nüfus yoğunluğu aslında uzun bir süre bu topraklarda Türkler ve Araplarla bir arada yaşamış olan insanlardan oluşuyor. İran, Irak, Suriye ve Türkiye olarak dağılmış olan bu nüfus yoğunluğu tarih boyunca ayrı bir devlet yönetiminde bulunmamakla birlikte coğrafyaya hakim olmuş yönetimler altında yaşadıkları görülüyor. Özellikle Osmanlı dönemindeki sürece bakıldığında uzun süre kürtçülük gibi bir söylemin bu coğrafyada bulunmadığı, merkezi devlet otoritesiyle işbirliği yapan yerel yönetim otoritelerince düzenin sağlanması karşılığında otoriteyi temsil ettikleri bir gerçek. Osmanlı’nın parçalanması sürecinde önce Rumeli’de başlayan yabancı azınlıkların bağımsızlık hareketleri sonucu ortaya çıkan devlet kurma geleneği en son Ermeniler ve Araplara ve en sonunda da Kürtlere sıçramış gibi görünüyor. Bu geleneğin en son Kürtlerde ortaya çıkması aslında Kürt Milliyetçiliği bilincinin de en son gelişmesinden kaynaklanmış olabilir. Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkmasını ateşleyen anlayışın da bir yönüyle Türk Milliyetçiliğinin güçlü bir şekilde vurgulanmasından kaynaklandığı da söylenebilir. Özellikle Kurtuluş Savaşı sonrası Balkanlarda kalan Türklerin haklarının Türkiye içinde yoğun bir şekilde vurgulanması zamanla Kürt Milliyetçiliğinin de uyanmasına neden olmuş olabilir. Sadece Balkanlarda Yunanistan ve Bulgaristan’da kalan Türk azınlığın haklarının vurgulanması Kürt milliyetçiliğini ortaya çıkarmıştır demek doğru olmayabilir. Ancak bunun da önemli bir bilinçlendirme aracı ve toplumun bilinçlenmesinde rol oynayan Kürt aydınları tarafından kullanılan bir argüman olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Devleti yöneten güçlü irade uzun bir süre Kürt kimliği konusundaki söylemleri görmezden gelmiştir. Kürt diye farklı bir grubun varlığını dahi kabul etmeyen devlet yöneticileri Kürtleri dağlı Türkler olarak görmüşlerdir. Devletin tanımlaması hemen hiçbir zaman bu insanlar tarafından tam olarak kabul görmemiş gibi görünüyor. Cumhuriyetle birlikte ülkede din ve milliyetçilik yumuşak bir karın olarak varlığını sürdürmüştür. Cumhuriyet yönetimi şeriat tehlikesini ve Kürtçülüğü her zaman önemli bir tehlike olarak görmüş ve buna göre yok sayma, yok etme, bastırma ve yıldırma yönelimli yöntem ve teknikler kullanmıştır. Fakat bu yöntemler sorunun çözümüne katkı yapmak yerine daha da büyümesine, çözülemez hale gelmesine neden olmuştur. Kullanılan yöntemler kişi ve gruplar üzerinde zamanla genişleyerek kitlesel bir boyut kazanmıştır. Kürt dilini kullanmanın yasaklanması daha da büyük sorunlara neden olmuştur. Uzun süre yaşanan sorunların içinde doğup büyüyen önemli bir nüfus bloğu siyasal bilinç geliştirmişlerdir. Bu bilinç kendine her alanda sözcüler, temsilciler aramış ve sonunda PKK/APO gibi bir sembolü seçmişlerdir. PKK/APO’nun bir sembole dönüşmesi de yine uygulanan baskıcı politikaların sonucu olmuştur denebilir.

Devlet PKK’nın giriştiği terör olayları karşısında askeri yöntemler kullanarak korkutma, bastırma, yok etme, yıldırma politikasını bir çözüm olarak kullanmayı tercih etmiştir. Bu uygulama devlete karşı olan olumsuz bakışın daha da kökleşmesine neden olmuştur.

PKK’nın Kürt vatandaşlar arasında başta korkuya dayanan zorunlu desteği zamanla gönüllü desteğe dönüştü. Zorunlu desteğin gönüllü desteğe dönüşmesi sürecinde Kürt Milliyetçiliği söyleminin ortaya çıkması da aynı döneme rastlıyor. PKK zorunlu desteğin uzun soluklu olmayacağını görüncge Kürt Milliyetçiliğini ön plana çıkarmayı tercih etti. Kürt Milliyetçiliğinin ortaya çıkarılması sürecinde devletin geçmiş uygulamaları ayrımcılık örneği argümanları olarak kullanıldı. Bu argümanlar zamanla taraftarların çoğalmasına ve hareketin bilinçli bir Kürt hareketine dönüşmesine yol açtı. Bu süreçte devlet askeri yöntemlerin işe yaramadığını görünce PKK’yı bitirme adına daha yumuşak yöntemler kullanmaya başladı. Geçmişte devletin sert yüzünü görmeye alışan toplum yumuşak yönteme dönüşümün gerekçesini PKK olarak gördüğü için bir bakıma PKK’ya karşı hayranlık duygusu beslemeye başladı.

Cumhuriyet döneminde uzun süre ekonomik, siyasal ve sosyal politikaların ülke çapında plansız, programsız ve gelişigüzel yürütülmesi bölgeler arası dengesizliğin daha da büyümesine neden olmuştur. Devleti yönetenler kalkınma ve gelişmeyi planlamak ve yönetmek yerine rüzgarın önündeki yaprak misali oradan oraya savrulmuşlardır. Bu savrulma ülkede pek çok sorunlara neden olmuştur. En önemli sorunlardan birisi de doğu-batı arasında devasa boyutlarda ortaya çıkan gelişmişlik farkıdır. Memurlar için doğu bir sürgün yeri olarak görülmüştür. İlk defa atanan memurlar doğuya gönderilmiştir. Önemli alt yapı yatırımları ülkenin her yerine dağıtılması yerine daha kolay olan ve talebin yüksek olduğu yerlere öncelik verilerek yapılmıştır. Kanuni pek çok zorunluluklar görmezden gelinerek bölgesel arası farklılıkların giderilmesi yerine daha da büyümesine göz yumulmuştur. Buna karşın doğu veya pek çok geri kalmış yer askeri yöntemlerle ve devleti temsil eden bürokrat veya bunlarla işbirliği yapan güç odaklarının veya güçlü kişilerin etki ve yetkisi ile yönetilmiştir. Bu durum hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukukunun geçerli olmasına neden olmuştur. Özellikle 1980 sonrası dönem büyük bir kırılma yaşanıncaya kadar bu kısır döngü yaşanmaya devam etmiştir. Bu kısır döngü içinde kürt sorunu, din ve laiklik sorunu, ekonomik, sosyal ve kültürel pek çok sorunlar daha da büyümüştür.

Gelinen noktada askeri yöntemlerin artık işe yaramadığının farkına varıldığı söylenebilir. 1980 sonrası dünyaya açılan yeni ülke yönetim anlayışı ile birlikte hızlı bir teknoloji transferi ile birlikte önemli alt yapı sorunlarının çözülmesi sonrası artık toplum olarak kapalı kapılar ardına dönebilmek imkansız hale gelmiş görünüyor. Bu gün ülke sınırları içinde ne yaparsan yap kimse bunu duymaz demek mümkün görünmüyor. Dünyada ülkeler arası ilişkiler ve etkileşimler çok farklı bir anlayışla yürütülüyor. Bu anlayışta zorbalığa dayanan bir yöntem ve teknik, araç gereç kullanabilmek mümkün değil. Dünyanın geldiği bu noktada uzlaşmaya dayalı bir yönetim yöntem ve aracı kullanmaktan başka çare veya çözüm görünmüyor.

HDP’nin kapatılması bu çerçevede bir çözüm olmaktan çok uzak. HDP’nin siyasi yöntemini doğrulamak, tasvip etmek mümkün olmayabilir. HDP söylemlerini sadece Kürtçülük üzerine oturtarak Türkiye partisi olamadığını gösteriyor. PKK’nın Kürt toplumu içinde sahip olduğu karizmatik güce karşı çıkamıyor. HDP PKK ile birlikte hareket ettiği zaman toplumdaki karizmatik hayranlığı kendi üzerinde daha kolay toplayabiliyor. Bu durum HDP ile PKK arasında mesafe konulmasını engelliyor. Kürt nüfus içinde PKK hareketine açık veya gizli bir hayranlığın, bağlılığın olmadığını inkar edebilmek mümkün değil. En batıda bulunan bir Kürt vatandaş dahi PKK’yı devleti Kürtleri ciddiye aldırtan, Kürtleri kendine muhatap kabul etmesine neden olan bir örgüt olarak gördüğünü söylemek mümkün. Bu durum HDP ve PKK anlayışının parti kapatarak sıfırlanabilmesinin mümkün olmadığını gösteriyor. MHP anlayışı başta olmak üzere katı milliyetçi ve tek tip milliyet söylemleri ile de bunu yok edebilmek mümkün değil. Bu söylemler var olan farklılaşmanın daha da derinleşmesine ve sonuçta çatışmaya dönüşmesine neden olacaktır. Bunun yerine toplumda farklılıkların bir arada hak ve adalet ölçüleri içinde varlığını kabul edebilecek bir söylem geliştirmek ve buna göre açık yüreklilikle tartışmak kültürünün geliştirilmesi gerekiyor. Toplumu oluşturan herkes kendi dar çevresinden çıkıp herkesi kucaklayacak söylemler, fikirler, konuşmalar, düşünceler üretmesi gerekiyor. Öyle ki ülkenin herhangi bir yerinde dile getirilen düşünce ve sözlerin en yoğun Kürt veya Türk milliyetçiliği savunucuları önünde dahi açık bir şekilde söylenebilir olanlarının üretilmesi gerekiyor. Yoksa kendi düşünce yapısına sahip küçük bir çevrede dile getirilebilen ancak ülke çapında dile getirilemeyen veya uygulanamayan fikir ve söylemlerin ülke bütünlüğüne, birliğine bir katkısının olmadığını görmek için büyük bedeller ödenmek zorunda kalınabilir.

 

                             Muhalifbakış

                                                                                     izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

Hukuk Reformundan Önce Yönetim Reformu

 

MEB’e bağlı personel genel müdürlüğü 2014 yılında yapılan 1709 kişilik şube müdürlüğü ataması ile ilgili bu güne kadar verilmiş mahkeme kararlarının gereği ile ilgili olarak herhangi bir şey yapılmayacağını duyuran bir yazı yayınlamış. Bu konu defalarca medyada yer aldı. Yine de bilmeyenler için konuyu kısaca açıklamakta yarar var. Milli Eğitim Bakanlığı 2014 yılında şube müdürlüğü ataması için duyuru yaptı. Bu duyuru sonrası yapılan yazılı ve sözlü mülakat sınavları ile 1709 kişilik şube müdürü ataması yaptı. Ancak sınav sürecinde önemli eksiklik ve hukuksuzluklar yapıldığı gerekçesi ile sendikalar davalar açtı. Açılan davalarda mahkemeler yapılan hukuksuzlukları tescil ederek sınav sonuçlarının iptaline yönelik kararlar verdi. Dönemin MEB müsteşarı Yusuf TEKİN bu kararların etrafından dolaşmanın yollarını aradıklarını açıkladı. Gelen bakanlar mahkeme kararları ile ilgili olarak herhangi bir işlem yapmadıkları gibi tersi uygulamaların devamına göz yumdular. 2014 yılında yapılan bu sınavlarda atanan şube müdürlerinin hemen tamamına yakını eğitim bir sen sendikası üyesi olduğu gibi genelde de sendika yönetim kademelerinde görev almış kişilerden ibaretti. Bir yönüyle sendikanın yönetim kadrolarındaki kişiler bürokrasinin içine büyük miktarda dahil edilmiş oldu. Bu nedenle olsa gerek bakanlık bu atamaları bir türlü iptal etmek istemiyor. Milli eğitim bakanlığı devletin önemli bir bakanlığı. Devlet vasfını elde etmenin günümüzdeki temel kriterlerinden birisi hukuka bağlılık olarak sayılır. Hukuka bağlı olmak devlet olmanın temel kriteri iken MEB gibi önemli bir bakanlıkta hukukun hiçe sayılması, hukuk kurallarının gereğinin yapılmayacağının ilan edilmesi, hukukun temel araçlarından olan mahkeme kararlarının arkasından dolaşma davranışı nasıl izah edilebilir sorusu insanın zihninde devasa bir soru işareti olarak duruyor. 

Milli Eğitim Bakanlığının mahkeme kararlarına uymama davranışı sadece bu konuda değil. Mahkemelik dava konusu olaylara, konulara bakıldığında Milli Eğitim Bakanlığı başta gelen devlet kurumlarından sadece birisi. Milli Eğitim Bakanlığı dışında diğer bakanlıklardaki mahkemeye konu olay ve uygulamalar da dikkate alınacak olursa aslında koyduğu hukuk kurallarını hiçe sayan bir devlet anlayışının olduğu açıkça görülecektir. Bakanlıklar mahkeme kararlarını uygulamadıkları gibi mahkemeler de en üst derece mahkemesi olan Anayasa Mahkemesinin kararlarını uygulamıyorlar. 

Hukuka uymayan bir devletin yönetiminde yaşayan insanların kendiliğinden hukuka uymalarını beklemek hayalden öte bir anlamı olmayan bir beklentidir. Devlet en güçlü irade olarak hukuksuzluğu, hukuk kurallarını uygulamamayı, hukuk kurallarını hiçe saymayı alışkanlık haline getirmişse doğal olarak vatandaşlar da kendi çaplarında her türlü hukuksuzluğu yapmaktan kaçınmamaktadır. Aslında ülkemizde hukuka uymayan bir devlet karşısında hukuka uymamanın yollarını arayan insanların mücadelesi yaşanıyor dense yanlış bir söylem olmaz. 

Bugün insanların büyük çoğunluğu vergisini tam ve gerektiği gibi vermiyorsa, doğru beyanda bulunulmuyorsa, fatura ve muhasebe sistemi ile gerçek uygulama arasında devasa boyutlarda boşluklar varsa, kayıt dışı ekonomi, işçi, işveren sistemi varsa bunların tümü bu mücadelenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu mücadelede devlet her ne kadar güçlü konumda gibi görünse de bu güçlü iradenin yaptığı hukuksuzluğu gören herkes karınca kararınca misali hukuksuzluk yapmayı alışkanlık haline getirdiklerinden dolayı kendi yaptığını haklı görüyor. Gemisini kurtaran kaptan misali kendini kurtaracak önlemleri almayı, uygulamaları yapmayı vicdanlarında haklılaştırıyor. 

Bazısı bu ülke darul harptir diyerek dini bir kılıf buluyor, bazısı bana yapılan haksızlık karşısında ayakta kalabilmek için mecburen bu şekilde davranırım diyor, bazısı acıma yoksa acınacak duruma düşersin diyor, bazısı başkaları deveyi havuduyla götürürken benimki ne ki diyor, bazısı beni sömüren patrondan bir kıl dahi koparsam haklıyım diyor, bazısı bana verilmeyen hakkımı ben de bu şekilde alırım diyor. Tüm bu anlayışların temelinde hukuksuzluğu kendine hak olarak gören bir devlet yönetim anlayışı olmasıdır. 

Devletin içinde görev almış görevlilerde de bu anlayış aynı şekilde var. Zira devlet iradesini elinde bulunduranlar devletin içinde görev alanlara başka, dışardakilere başka davranmıyor. Herkes gücü oranında elinden gelen hukuksuzluğu yapmanın yolunu bulmaya çalışıyor. Devlet denilen toplumun organize olmuş hali bu anlayışla işlediği için sistem sürekli sorun üretmeye devam ediyor. Bu nedenle hukuk reformu söylemlerinin konuşulduğu şu günlerde en başta devlet yönetim reformu yapılması gerekiyor. 

Ülkemizde aslında ekonomik, sosyal, hukuk ve diğer pek çok alanda sorun olmakla birlikte temelde yönetim sorunu bulunmaktadır. Yönetim sorunu olarak ise hukuk kurallarına uyma alışkanlığına sahip olmayan bir devlet yönetim geleneğinin olması sorunu vardır. Devleti yönetenler geçmişten bu yana kural ve kaide koymayı ve uygulamayı kendileri dışındaki kişiler için uygulamışlardır. Bir kural veya kaide konulmuş ise bunu koyanlar önce kendileri uymaları gerekirken bizde bu kurala biz de mi uyacağız anlayışı ile kendi keyfi yönetim anlayışlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Kural konulur ancak ben bu kurala uymasam da olur. Bir defadan bir şey olmaz. Bu kural benim istediğim kişilere uygulanmasın gibi söylem ve uygulamalar sonucu kurallar hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Geçmişte padişahlık yönetiminde olan bu keyfilik Cumhuriyet döneminde de miras olarak devam ettirilmiştir. Dindar anlayışa sahip olduğunu iddia eden bu iktidar da bu mirasa sahip çıkmıştır. Her dönemde yönetimdekiler kurallara uymamayı kendilerince bir gerekçeye bağlamış ve kuralsızlığın zehirli tadından vazgeçmek istememişlerdir. Bu anlayış devasa bir imparatorluğu yıktığı gibi bu gün de yine ülkenin bulunduğu ortamda ekonomik, sosyal, siyasal vb. pek çok sorunla boğuşmaya devam etmesine neden olmuştur. 

Geçmişte celali isyanları ülkeyi kasıp kavururken hak ve hukuktan habersiz zorba vezir ve devlet görevlilerinin yaptıkları dile getirilirken zamanla bozulan devlet düzeninde rüşvet, yolsuzluk, kayırma, mevki ve makamların satılması geleneğinin sonucu olarak satın alınan mevki makamlar için yapılan masrafların çıkarılması adına köylüye, reayaya insafsız baskı ve zulümlerle koyulan vergilerden kaçan insanların bir kısmı göç etmek zorunda kalırken bir kısmı da isyanlar ve düşman devletlerin hizmetine girme zorunluluğunu hissetmişlerdi. Bu durum güçlü devletlerin oyuncağına dönüşen bir devletin ortaya çıkmasına neden olmuştu. O dönemlerde de yaşanan kötü yönetimin ortaya çıkardığı sorunların bir sonucu idi. Cumhuriyet bu kötü yönetim geleneğini ortadan kaldırma iddiası ile ortaya çıktı. Sahip olduğu her şeyini kaybetme durumuna gelen bir millet kurtuluş savaşı vererek yeniden ayağa kalkma çabasına girdi. Cumhuriyet ile birlikte her şeyin değiştiği iddiası ne yazık ki dönemin uygulamalarına bakınca sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Her şeye hükmetme ihtirası kural ve kaidelere bağlı bir yönetim kurulmasının önüne geçti. Koyulan kural ve kaideler yine başkalarına dayatılırken devleti yönetenler kendilerine keyfi bir düzen kurdular. Her şeyi ben bilirim anlayışıyla devlet yönetilse dahi konulan kurallara uyma alışkanlığı geliştirilebilseydi belki zamanla doğruya, iyiye, güzele ulaşmak mümkün olabilirdi. Fakat her şeyi ben bilirim anlayışı ile birlikte kurallar beni bağlamaz, ben keyfime göre yaşarım anlayışındaki yönetim kültürü en üstten en alta doğru herkese yayıldı. Her birey kendi bireysel hayatında kuralsızlığı ve keyfi yaşayışı bir hak olarak gördüğü için güçlü olan gücünü haklı veya haksız olduğuna bakmaksızın kullanmaktan çekinmedi. 

Yönetim kavramı devletin en üst düzeydeki yönetilmesinden bir kurum veya kuruluşun, örgütün yönetilmesine, kişiler arası ilişkilerde yöneten yönetilen etkileşiminde, aile ilişkilerinde anne-baba ve çocuklar arasındaki ilişkilerde olmak üzere hayatın her alanında vardır. Hayatın her alanında var olan insan ilişkilerinde var olan yönetim uygulamalarında keyfiliği sıfırlayabilmek mümkün olmayabilir. Sonuçta toplumda var olan insan sayısı kadar çeşitli yaşayış ve anlayış farkı bulunmaktadır. Birey düzeyinde herkesi kapsayacak bir uygulamayı hayata geçirebilmek mümkün değilse de bireyden topluma geçiş aşamasında etkin bir yönetim sistemi kurulup işletilebilirse zamanla bireylerde var olan hastalıklı anlayışlar azalacağı gibi zamanla bunların kontrol altına alınabilir veya kabul edilebilir bir düzeye indirmek mümkün olabilir. Bu nedenle iyi işleyen bir devlet yönetim sisteminin kurulması acil bir gerekliliktir. İyi işleyen devlet yönetim sisteminin ilk basamağı kurallara yani hukuka uygun bir devlet yönetim anlayışının oluşmasıdır. Dolayısıyla başa dönecek olursak hukuka uyma alışkanlığına sahip olmayan devlet aynı zamanda sorunun da başlangıç noktasıdır. İlk düğme yanlış iliklendiği için ülkemizde işler hiçbir zaman iyiye gidemiyor. Bu ilk adımın düzeltilmesi yönetim erkini elinde bulunduran, bu erkin kullanımında etkin olan, yönetim erkinin kullanılmasında söz sahibi olan kişi ve grupların sorumluluğunda. Bu gün için en büyük güç mevcut iktidar partisinin yetkilileridir. Bu partiye destek veren, üyesi olan, seven, benimseyen her bir kişinin bu konuda payının olduğu da bir gerçek. Bu nedenle bir defa daha mevcut iktidarla ortak bakış açısına sahip olanların çok iyi düşünmesi gerekiyor.

 

                             Muhalifbakış

                                                                                     izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 


Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...