MEB’e bağlı personel genel müdürlüğü 2014 yılında yapılan 1709 kişilik şube müdürlüğü ataması ile ilgili bu güne kadar verilmiş mahkeme kararlarının gereği ile ilgili olarak herhangi bir şey yapılmayacağını duyuran bir yazı yayınlamış. Bu konu defalarca medyada yer aldı. Yine de bilmeyenler için konuyu kısaca açıklamakta yarar var. Milli Eğitim Bakanlığı 2014 yılında şube müdürlüğü ataması için duyuru yaptı. Bu duyuru sonrası yapılan yazılı ve sözlü mülakat sınavları ile 1709 kişilik şube müdürü ataması yaptı. Ancak sınav sürecinde önemli eksiklik ve hukuksuzluklar yapıldığı gerekçesi ile sendikalar davalar açtı. Açılan davalarda mahkemeler yapılan hukuksuzlukları tescil ederek sınav sonuçlarının iptaline yönelik kararlar verdi. Dönemin MEB müsteşarı Yusuf TEKİN bu kararların etrafından dolaşmanın yollarını aradıklarını açıkladı. Gelen bakanlar mahkeme kararları ile ilgili olarak herhangi bir işlem yapmadıkları gibi tersi uygulamaların devamına göz yumdular. 2014 yılında yapılan bu sınavlarda atanan şube müdürlerinin hemen tamamına yakını eğitim bir sen sendikası üyesi olduğu gibi genelde de sendika yönetim kademelerinde görev almış kişilerden ibaretti. Bir yönüyle sendikanın yönetim kadrolarındaki kişiler bürokrasinin içine büyük miktarda dahil edilmiş oldu. Bu nedenle olsa gerek bakanlık bu atamaları bir türlü iptal etmek istemiyor. Milli eğitim bakanlığı devletin önemli bir bakanlığı. Devlet vasfını elde etmenin günümüzdeki temel kriterlerinden birisi hukuka bağlılık olarak sayılır. Hukuka bağlı olmak devlet olmanın temel kriteri iken MEB gibi önemli bir bakanlıkta hukukun hiçe sayılması, hukuk kurallarının gereğinin yapılmayacağının ilan edilmesi, hukukun temel araçlarından olan mahkeme kararlarının arkasından dolaşma davranışı nasıl izah edilebilir sorusu insanın zihninde devasa bir soru işareti olarak duruyor.
Milli Eğitim Bakanlığının mahkeme kararlarına uymama davranışı sadece bu konuda değil. Mahkemelik dava konusu olaylara, konulara bakıldığında Milli Eğitim Bakanlığı başta gelen devlet kurumlarından sadece birisi. Milli Eğitim Bakanlığı dışında diğer bakanlıklardaki mahkemeye konu olay ve uygulamalar da dikkate alınacak olursa aslında koyduğu hukuk kurallarını hiçe sayan bir devlet anlayışının olduğu açıkça görülecektir. Bakanlıklar mahkeme kararlarını uygulamadıkları gibi mahkemeler de en üst derece mahkemesi olan Anayasa Mahkemesinin kararlarını uygulamıyorlar.
Hukuka uymayan bir devletin yönetiminde yaşayan insanların kendiliğinden hukuka uymalarını beklemek hayalden öte bir anlamı olmayan bir beklentidir. Devlet en güçlü irade olarak hukuksuzluğu, hukuk kurallarını uygulamamayı, hukuk kurallarını hiçe saymayı alışkanlık haline getirmişse doğal olarak vatandaşlar da kendi çaplarında her türlü hukuksuzluğu yapmaktan kaçınmamaktadır. Aslında ülkemizde hukuka uymayan bir devlet karşısında hukuka uymamanın yollarını arayan insanların mücadelesi yaşanıyor dense yanlış bir söylem olmaz.
Bugün insanların büyük çoğunluğu vergisini tam ve gerektiği gibi vermiyorsa, doğru beyanda bulunulmuyorsa, fatura ve muhasebe sistemi ile gerçek uygulama arasında devasa boyutlarda boşluklar varsa, kayıt dışı ekonomi, işçi, işveren sistemi varsa bunların tümü bu mücadelenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu mücadelede devlet her ne kadar güçlü konumda gibi görünse de bu güçlü iradenin yaptığı hukuksuzluğu gören herkes karınca kararınca misali hukuksuzluk yapmayı alışkanlık haline getirdiklerinden dolayı kendi yaptığını haklı görüyor. Gemisini kurtaran kaptan misali kendini kurtaracak önlemleri almayı, uygulamaları yapmayı vicdanlarında haklılaştırıyor.
Bazısı bu ülke darul harptir diyerek dini bir kılıf buluyor, bazısı bana yapılan haksızlık karşısında ayakta kalabilmek için mecburen bu şekilde davranırım diyor, bazısı acıma yoksa acınacak duruma düşersin diyor, bazısı başkaları deveyi havuduyla götürürken benimki ne ki diyor, bazısı beni sömüren patrondan bir kıl dahi koparsam haklıyım diyor, bazısı bana verilmeyen hakkımı ben de bu şekilde alırım diyor. Tüm bu anlayışların temelinde hukuksuzluğu kendine hak olarak gören bir devlet yönetim anlayışı olmasıdır.
Devletin içinde görev almış görevlilerde de bu anlayış aynı şekilde var. Zira devlet iradesini elinde bulunduranlar devletin içinde görev alanlara başka, dışardakilere başka davranmıyor. Herkes gücü oranında elinden gelen hukuksuzluğu yapmanın yolunu bulmaya çalışıyor. Devlet denilen toplumun organize olmuş hali bu anlayışla işlediği için sistem sürekli sorun üretmeye devam ediyor. Bu nedenle hukuk reformu söylemlerinin konuşulduğu şu günlerde en başta devlet yönetim reformu yapılması gerekiyor.
Ülkemizde aslında ekonomik, sosyal, hukuk ve diğer pek çok alanda sorun olmakla birlikte temelde yönetim sorunu bulunmaktadır. Yönetim sorunu olarak ise hukuk kurallarına uyma alışkanlığına sahip olmayan bir devlet yönetim geleneğinin olması sorunu vardır. Devleti yönetenler geçmişten bu yana kural ve kaide koymayı ve uygulamayı kendileri dışındaki kişiler için uygulamışlardır. Bir kural veya kaide konulmuş ise bunu koyanlar önce kendileri uymaları gerekirken bizde bu kurala biz de mi uyacağız anlayışı ile kendi keyfi yönetim anlayışlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Kural konulur ancak ben bu kurala uymasam da olur. Bir defadan bir şey olmaz. Bu kural benim istediğim kişilere uygulanmasın gibi söylem ve uygulamalar sonucu kurallar hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Geçmişte padişahlık yönetiminde olan bu keyfilik Cumhuriyet döneminde de miras olarak devam ettirilmiştir. Dindar anlayışa sahip olduğunu iddia eden bu iktidar da bu mirasa sahip çıkmıştır. Her dönemde yönetimdekiler kurallara uymamayı kendilerince bir gerekçeye bağlamış ve kuralsızlığın zehirli tadından vazgeçmek istememişlerdir. Bu anlayış devasa bir imparatorluğu yıktığı gibi bu gün de yine ülkenin bulunduğu ortamda ekonomik, sosyal, siyasal vb. pek çok sorunla boğuşmaya devam etmesine neden olmuştur.
Geçmişte celali isyanları ülkeyi kasıp kavururken hak ve hukuktan habersiz zorba vezir ve devlet görevlilerinin yaptıkları dile getirilirken zamanla bozulan devlet düzeninde rüşvet, yolsuzluk, kayırma, mevki ve makamların satılması geleneğinin sonucu olarak satın alınan mevki makamlar için yapılan masrafların çıkarılması adına köylüye, reayaya insafsız baskı ve zulümlerle koyulan vergilerden kaçan insanların bir kısmı göç etmek zorunda kalırken bir kısmı da isyanlar ve düşman devletlerin hizmetine girme zorunluluğunu hissetmişlerdi. Bu durum güçlü devletlerin oyuncağına dönüşen bir devletin ortaya çıkmasına neden olmuştu. O dönemlerde de yaşanan kötü yönetimin ortaya çıkardığı sorunların bir sonucu idi. Cumhuriyet bu kötü yönetim geleneğini ortadan kaldırma iddiası ile ortaya çıktı. Sahip olduğu her şeyini kaybetme durumuna gelen bir millet kurtuluş savaşı vererek yeniden ayağa kalkma çabasına girdi. Cumhuriyet ile birlikte her şeyin değiştiği iddiası ne yazık ki dönemin uygulamalarına bakınca sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Her şeye hükmetme ihtirası kural ve kaidelere bağlı bir yönetim kurulmasının önüne geçti. Koyulan kural ve kaideler yine başkalarına dayatılırken devleti yönetenler kendilerine keyfi bir düzen kurdular. Her şeyi ben bilirim anlayışıyla devlet yönetilse dahi konulan kurallara uyma alışkanlığı geliştirilebilseydi belki zamanla doğruya, iyiye, güzele ulaşmak mümkün olabilirdi. Fakat her şeyi ben bilirim anlayışı ile birlikte kurallar beni bağlamaz, ben keyfime göre yaşarım anlayışındaki yönetim kültürü en üstten en alta doğru herkese yayıldı. Her birey kendi bireysel hayatında kuralsızlığı ve keyfi yaşayışı bir hak olarak gördüğü için güçlü olan gücünü haklı veya haksız olduğuna bakmaksızın kullanmaktan çekinmedi.
Yönetim kavramı devletin en üst düzeydeki
yönetilmesinden bir kurum veya kuruluşun, örgütün yönetilmesine, kişiler arası
ilişkilerde yöneten yönetilen etkileşiminde, aile ilişkilerinde anne-baba ve
çocuklar arasındaki ilişkilerde olmak üzere hayatın her alanında vardır.
Hayatın her alanında var olan insan ilişkilerinde var olan yönetim
uygulamalarında keyfiliği sıfırlayabilmek mümkün olmayabilir. Sonuçta toplumda
var olan insan sayısı kadar çeşitli yaşayış ve anlayış farkı bulunmaktadır.
Birey düzeyinde herkesi kapsayacak bir uygulamayı hayata geçirebilmek mümkün
değilse de bireyden topluma geçiş aşamasında etkin bir yönetim sistemi kurulup
işletilebilirse zamanla bireylerde var olan hastalıklı anlayışlar azalacağı
gibi zamanla bunların kontrol altına alınabilir veya kabul edilebilir bir
düzeye indirmek mümkün olabilir. Bu nedenle iyi işleyen bir devlet yönetim
sisteminin kurulması acil bir gerekliliktir. İyi işleyen devlet yönetim
sisteminin ilk basamağı kurallara yani hukuka uygun bir devlet yönetim
anlayışının oluşmasıdır. Dolayısıyla başa dönecek olursak hukuka uyma
alışkanlığına sahip olmayan devlet aynı zamanda sorunun da başlangıç
noktasıdır. İlk düğme yanlış iliklendiği için ülkemizde işler hiçbir zaman
iyiye gidemiyor. Bu ilk adımın düzeltilmesi yönetim erkini elinde bulunduran,
bu erkin kullanımında etkin olan, yönetim erkinin kullanılmasında söz sahibi
olan kişi ve grupların sorumluluğunda. Bu gün için en büyük güç mevcut iktidar
partisinin yetkilileridir. Bu partiye destek veren, üyesi olan, seven,
benimseyen her bir kişinin bu konuda payının olduğu da bir gerçek. Bu nedenle
bir defa daha mevcut iktidarla ortak bakış açısına sahip olanların çok iyi
düşünmesi gerekiyor.
Muhalifbakış
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder