26 Kasım 2018 Pazartesi

İkinci Tek Adam Dönemi mi?


Şevket Süreyya AYDEMİR’in Tek Adam kitabı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün hayatını anlatan önemli bir kitap. Bu kitapta yazar Mustafa Kemal ATATÜRK’ün doğumundan ölümüne kadar geçen olayları kendi bakış açısıyla anlatır. Mustafa Kemal ATATÜRK ülkemizde önemli bir değer olarak kabul edilmekle birlikte hala üzerinde ortak bir görüşe ulaşabilmiş değil. Hakkında var olan koruma kanunu hemen herkes tarafından eleştiri konusu yapılırken söylentiye dayalı eleştiriler de gündemden düşmüyor. Sevenler de yerenler de kendisi hakkında ayakları yere basan değerlendirmeler yapmak yerine ya göklere çıkarmaya ya da yerin dibine batırmaya çalışıyor. Her ikisi de sorunlu bir bakış açısına sahip olan bu yaklaşım ne yazık ki ülkemiz insanları arasında hemen her konuda mevcut. Sevilse de sevilmese de tarihe mal olmuş olay, olgu ve kişiler rasyonel bir anlayışla ele alınabilmiş olsa toplumun günlük hayatında çok şey değişecektir.
Tek adam kavramıyla ele alınan Mustafa Kemal ATATÜRK birçok yönüyle ülkemizin kaderine hükmetmiş bir tarihi şahsiyet. Zihninde var olan ideal ve düşünceleri hayata geçirirken tek başına hareket ederek adeta doğumundan ölümüne kadar topluma yön verme çabasının bir ifadesi olarak Tek Adam kavramı kullanılmış. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ülkemizin yenileşme tarihi sürecinde önemli bir kilometre taşı olduğu kesin olmakla birlikte geçmişe dayanan bir sürecin devamı olduğunu, geçmişten itibaren ortaya konulan inşaa sürecinde son nokta olmamakla birlikte önemli bir adımı kapsayan Cumhuriyet olarak isimlendirilen yeni rejim kurma sürecinde önemli bir şahsiyet olduğunu da dikkate almak gerekiyor. Bu gerçeklik Mustafa Kemal ATATÜRK’ü küçültmeyecektir. Sonuçta insan Atatürk olarak ele alındığında sevap ve günahları ile yüz yıla yakın bir zaman öncesi yaşananlardan bugün nasıl ders alınması gerektiği üzerinde kafa yorarken gerçekliği gözden uzak tutmamak gerekir.
Bu gün Mustafa Kemal ATATÜRK üzerine değerlendirme yapanlar arasında özellikle dindarlığı bir yaşam şekli olarak ele alanlar arasında Cumhuriyet dönemindeki dine yönelik uygulamalar konusunda eleştirel bir bakış açısının bulunduğu kabul edilmektedir. Bu süreçte Türkçe Ezan, İmam Hatip okullarının önce açılıp sonra kapatılması, Camilere yönelik yapılan uygulamalar, dinin toplumun günlük yaşamından çıkarılması çabalarının planlı ve programlı bir şekilde ele alındığı şeklinde birçok örneklerin verildiği görülür. Bu camia içinde Mustafa Kemal ATATÜRK’ün tek adamlığından söz edilirken ülkede her şeyin onun bilgi, izin ve yönlendirmesinden geçerek yapıldığı inancı önemli bir gerçek olarak kabul edilmektedir. Cumhuriyet dönemi boyunca Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu rejimin işleyişinin her aşamasında hassasiyetle hareket ettiğini inkar edebilmek mümkün değildir. Seçimlerde kimler nereden milletvekili olacak, hangi kanunlar nasıl çıkarılacak, hangi partilere kimler geçecek(Serbest Cumhuriyet Fırkası deneme sürecinde), hükümetin başkanlığını, bakanlıkları kimler yürütecek, hangi ekonomik kararlar nasıl alınarak uygulanacak, halk arasında var olan muhalif düşünceler nasıl belirlenecek, basın ve yayın faaliyetleri hangi çerçevede yürütülecek gibi birçok siyasal, sosyal, ekonomik, idari, kültürel işleyişe yön verdiği inkar kabul edilmez bir gerçektir. Bu ve benzeri yaşananlar özellikle dindar camia arasında halka güvenmeme, halkın değerlerini ve düşüncelerini sürekli kontrol altında tutma, halka güvenmeme örneği olarak despotik ve anti demokratik bir davranış göstergesi addedilmiştir. Karşı taraf olarak ifade edilenler ise bunları yaşanan tarihi süreç içinde doğal bir davranış olarak kabul etmiştir. Yeni kurulan rejimin yaşaması adına, atılan temelin tutturulması adına, var olan toplumsal hastalık ve sorunların çözülmesi adına zorunlu davranış diye kabul edilen bu davranışlar hala atılmamış fakat atılması gereken eksik adımlar olarak kabul edilmektedir.
Cumhuriyet tarihinin ilk dönemine yönelik var olan bu tartışmalar hala canlılığını korumaktadır. En küçük bir kıvılcımla adeta yeniden alevlenen bu yangın toplumsal uzlaşmanın önünde önemli bir engel olarak durmaktadır. Yüz yıl önce atılmış olan adımların etkileri hala dipdiri ortada iken özellikle içinde yaşanan süreçte AK PARTİ iktidarı döneminde yaşananlar yeni bir tek adam döneminin yaşandığı sinyallerini vermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın siyasi yaşam sürecine bakınca bu düşüncelerin uyanmasını anormal görmemek gerekiyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca ülkemizde yaşananların getirdiği bir sonuç olarak 2002 seçimleri ve sonrasında AK PARTİ’nin iktidarı gelişi özellikle dindar camia arasında büyük bir sevinç oluşturduğu kesin. AK PARTİ yöneticileri de bunu çeşitli vesilelerle birçok defa dile getirdiler. 2002 yılına kadar ülkemizde yaşanan tarihsel tecrübe içinde devlet ile toplum arasında hemen her dönemde bir çatışmanın varlığından her zaman söz edilmekteydi. Devlet olarak somutlaştırılan imge her zaman toplumu topluma rağmen dönüştürmeye çalışan bir güç olarak ifade edilmiştir. Toplumun değerleri ile devletin değerleri arasında sürekli bir çatışma yaşandığı dile getirilmiştir. Bu çatışma nedeniyledir ki geçmişte özellikle devleti temsil ettiği düşünülen makam, birim ve güç odakları tarafından dile getirilen FETÖ, irtica iddiaları toplumda geniş kitleler tarafından görmezden gelinmiştir. 2002 seçimleri bu yönüyle çatışmaya giren taraflar arasında bir güç dengesi dönüşümünün başlangıcı olarak ele alınmıştır. 2002 seçimleri ile birlikte iktidar-muktedir tartışmaları başlamıştır. İktidara gelinse dahi muktedir olunamayacağı türü söylemler siyasi iktidar ile uzun zamandır gücü elinde bulundurduğu düşünülen ve gerçek güç sahibi olarak görülen güç odakları arasındaki mücadelenin bir göstergesidir. Bu mücadele içinde özellikle 2010 tarihi önemli bir kırılma noktası olarak görülmesi gerekir. 2010 tarihi artık gücün tamamen iktidardaki AK PARTİ’ye geçtiğinin tarihidir. Parti iktidarı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın cumhurbaşkanı olması sonrası kısa bir güç kaybı yaşamakla birlikte ülkede yaşanan FETÖ travması sonrası sistem dönüşümü ile yeniden toparlanma aşamasına geçmiştir denebilir. Yeniden toparlanma süreci olarak kabul edilebilecek bu dönemde yeni bir sistem kurulmuştur. Bu yeni sistemin kuruluşu ile birlikte tek adamlık sürecinin de daha belirginleştiği görülmektedir. Yeni sistemin kuruluşu aşamasında ileri sürülen birçok argümanın sistemin kuruluşu sonrasında tersinin yaşandığı görülmüştür. Yönetimde koalisyon devrinin kapanacağı söylenmekle birlikte ittifak yapılmaksızın seçimlere girilemez duruma gelinmiştir. Yürütme ile yasama arasında bağlantı, ilişki olmayacak, her biri kendi alanında çalışacak denirken yasama da yürütme de aynı partiye ait olsun propagandaları seçimlere slogan olmuştur. Kararlarda hız, yönetimde istikrar, bürokraside etkinlik denilirken hala bu konulardan yakınıldığına sık sık rastlanmaktadır. Eğitimde, ekonomide, kültürde, tarımda, maliyede politikasızlığın ortaya çıkardığı önemli sorunlarla, iç ve dış sorunlarla, terör sorunları ile hala boğuşulmaya devam edilmektedir. Hala yarın ne olacak sorusunun belirsizliği ülkede hemen tüm alanlarda olumsuzlukları beslemektedir.
Tüm bu sorunlara karşın ülkede yargıya yönelik atamalar, düzenlemeler, milletvekillerinin belirlenmesi, merkezi ve yerel yönetim kadrolarının belirlenmesi, siyasi partinin politikalarının çerçevesi, bürokratik makamlara yapılacak atamalar, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, mali, şehircilik politikalarının çerçevesini kim çiziyor sorusunun cevabı açık bir şekilde ortada durmaktadır. Tüm bu alanlardaki düzenlemeler tek bir kişiye rağmen yapılabiliyor veya tüm bu alanlarda toplumsal katılımı sağlayan demokratik kurum, kurul ve kuruluşlar var denebilmesi oldukça zor görünüyor. Bu gelinen süreçte geçmişte tek adamlığı eleştiren dindar camianın içinden gelen bir ekolün, grubun bu noktaya gelmiş olması büyük bir çelişki gibi görünüyor.

                                   Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com


5 Kasım 2018 Pazartesi

Toplumsal Gelişmişlik ve Tartışma Kültürü Üzerine…


Osmanlı padişahlarının annelerine dair bir tablonun paylaşıldığı bir facebook sayfasındaki tartışmalara bakınca toplumumuzun seviyesine dair bir kanaat oluşuyor. Sosyal medya ortamları bireylerin kendi iç dünyalarını açıklıkla ortaya döktükleri sergi gibi. Kimse kimseyi görmediği, tanımadığı için adeta atış serbest anlayışı ile içinde ne varsa dışarıya da aynısını yansıtıyor. Yorumlara bakılınca küfürler, hakaretler, komiklikler, akli yorumlar tümüyle görünüyor. Genel olarak kısa ve kulaktan dolma bilgilerin yoğun olduğu görülüyor. Sosyal medya kullanımı bir yönüyle eğitim seviyesinin yüksekliğini gerektiren becerilere bağlı. Buna rağmen tartışma seviyesinin düzeyi eğitim seviyesine dair hiç de olumlu bir veri sunmuyor.
Şu memlekette tartışma kültürü gelişmeden ülkenin gelişmesi mümkün değil. Küfürle, hakaretle hareket ederek kime neyi anlatacaksınız. Kore savaşında amerikalı bir subayın anasına küfür eden Türk askerinin ne dediğini öğrenen subay gülerek bu asker benim memleketime gidecek, annemi bulacak ve söylediğini yapacak öyle mi diyerek gülüp geçmiş diye bir anıyı duymuştum. Batılı veya en azından rasyonel, akılcı, mantıklı düşünen kişilerin doğal tepkisi. Böyle bir şey bizde olsa bir kaç kişi ölürdü herhalde. Duygusal tepkiler aklın önüne geçer. Aklı örter. Osmanlı tarihi konusunda yorum, değerlendirme yapanların kaç tanesi Osmanlı Tarihini okudu acaba merak ediyorum. Okumayan bir toplumda fikir bilgiye dayanmadığı için duygularla hareket edilir. Duygusal insanlar ise akıllarıyla hareket etmedikleri için her zaman duvara toslamaya mahkumdur. Türkçülük yapanlar bir yönüyle diğer tür ırkçılıkları da besliyorlar. Türklüğü ırk değil diyerek kendine göre mazeret uyduranlar da ayrı bir grup. Osmanlıyı doğru okuyup anlamak bu gün için bize katkı sağlayacaksa duygusal değerlendirmelerden kaçınmak gerekiyor. Tarihe bakarken o günkü şartlar çerçevesinde bakmak gerekiyor. Osmanlının yaşadığı dönemdeki dünyaya bakıp ona göre değerlendirme yapılmalıdır. 600 yıllık bir devleti bir iki cümle ile değerlendirip bitirmek hiçbir zaman mümkün olamaz. Türklük kavramını ayrımcılığı veya farklı ırkçılık akımlarını güçlendirecek şekilde kullanmaktan kaçınmak gerekiyor. Bu Türklükten gocunmak anlamına da gelmez. Dengeli bir davranış ve tutum geliştirmek gerekiyor. Bu ise ancak bilgiye dayanarak mümkündür.
Osmanlı padişahlarının aile geçmişleri yerine Osmanlı neden yıkıldı diye kafa yormak gerekiyor. Bu sebepleri bulunca da bu gün aynı hataları tekrar etmemenin yollarını bulmak bir başka gereklilik. Osmanlı padişahlarının bazıları dönemlerinin gereklerini yaptıkları için ülke ve devlet gelişti. Zamanla gelen diğerleri aynı gereklilikleri yapmaktan vazgeçtiler. Ülke yönetimini bırakıp günlerini keyfi işlere ayırmayı tercih ettiler. Geçmişte yapılanları doğru bir şekilde değerlendiremediler. Şeklen geçmişi taklit ederek kazanımların devam edeceğini zannettiler. Bu zan dünyayı doğru okuyamamayı dolayısıyla da içe kapanmayı ve dünyadan kopmayı getirdi. Dünyadan kopmanın sonuçlarını fark ettiklerinde ise tren çoktan kaçmıştı. Bundan sonra trenin peşinden koşmakla vakit geçirdiler ama iş işten çoktan geçmişti. Bu gün de hala aynı şekilde onların koşarak devrettiği bayrağı bugünkü yöneticiler taşıyarak trene yetişmeye çalışıyorlar. Tabii yöneticiler ne kadar hızlı koşarsa koşsun bir toplum en zayıf halkanın gücü nisbetinde güçlü olabiliyor. En zayıf halkaların sayısı ne kadar çoksa yönetici ne kadar güçlü olursa olsun toplumun zayıf halkaları yöneticilerin ayaklarını bağlıyor. Buradaki tartışmaların seviyesine bakınca da zayıf halkaların sayısı hala çok fazla olduğu görülüyor.
Osmanlı tarihi için gereken hassasiyet Cumhuriyet dönemi için de geçerli. En az Osmanlı Tarihi kadar Cumhuriyet tarihi de araştırılması, tartışılması gereken yönleri içeriyor. Buna rağmen Osmanlı Tarihine dair tartışmalarda yaşanan duygusal yaklaşım ne yazık ki Cumhuriyet Tarihi için de söz konusu. İçinde yaşadığımız toplumda Osmanlı ile Cumhuriyeti yarıştırma merakı hala devam ediyor. Bir taraf Osmanlı’yı doğrusu ve yanlışı ile ele alıp değerlendirmek yerine doğrularını göklere çıkarırken yanlışlarını görmezden gelirken diğer taraf aynı şeyi Cumhuriyet için yapıyor. Oysa Osmanlı da Cumhuriyet de bu toplumun bir değeri. Bu değerler üzerinde duygusal yaklaşımlardan uzak kalarak aklı kullanarak düşünüp konuşmak, tartışmak gerekiyor. Bu insana, topluma dair birlik beraberlik, hoşgörü ve ekip çalışması kültürünü geliştirecektir. Ekip çalışması, başkaları ile bir arada işbirliği yaparak çalışma sorunlarla başa çıkma becerilerini de geliştirecektir. Toplum düzeyinde işbirliği, ekip çalışması ruhunun geliştiğini düşününce elde edilecek sonuçları hayal edebilmek mümkün değil. Mehmet Akif ERSOY’un toplu vurdukça sineler onu top sindiremez sözünü hatırlayın.
                                   Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com

1 Kasım 2018 Perşembe

Bürokratik Oligarşi mi? Siyasal Kısır Döngü mü?


Devlet işlerini yürüten kurumların işleyişine genel olarak bürokrasi adı verilir. Bürokrasinin işleyişi atanan kişiler aracılığıyla sağlanır. Devlet, topluma yön veren kurallar aracılığı ile düzeni sağlamaya çalışır. Devlet, kurumlar, kişiler, kurallar toplumsal hayatın düzenlenmesinde etki gücüne sahip olan unsurlardır. Devlet soyut bir varlık olmasına karşın kurumlar, kişiler, kurallar aracılığı ile somut hale gelir.
Tarih boyunca toplumları yöneten güç sahipleri ellerindeki araçlar yardımıyla iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Geçmişte insanlar arası iletişim ve diyaloğ imkanları bugünkü kadar gelişmiş değildi. Bu nedenle bireylerin düşünceleri, yaşam şekilleri, davranışları diğerlerine kolaylıkla ulaşamıyordu. Herkes kendi kişisel gücü, imkanı, anlayışı çerçevesinde karşılaştığı olaylara tepki verebiliyordu. O dönemlerde diğerlerine göre nicelik ve nitelik itibariyle güçlü olanlar kolaylıkla hakimiyetlerini kurup sürdürebiliyordu. Günümüzde ulaşım ve iletişim imkanlarının gelişmesi sonucunda dünya küçük bir köye dönüşmüş durumda. Dünyanın en uzak ülkesinde olan bir olay insanlara benzer durumları düşündürtüyor. Bu düşünceler yeni tartışmaları, hareketleri, davranışları bireyler ve toplumlar arasında yaygınlaştırıyor. Bu durum yönetilen ve yöneten ilişkilerinin niteliğinin değişmesine neden olmuştur. Dünyadaki bu genel değişime rağmen ülkeler bazında özel durumları görmezden gelmek doğru olmaz. Her ülkenin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan özellikler o ülkenin işleyişini etkiler.
Türkiye’nin bürokratik işleyişi de geçmişten bu güne önemli değişiklikler geçirmiştir. Modern devlet anlayışının gelişmesi ile dünyadaki ekonomik, sosyal, siyasal işleyiş de önemli değişimler geçirirken geçmişteki yöneticilerimiz bu değişimi doğru bir şekilde okuyamamış ve ülkenin yönetimi başta olmak üzere hemen tüm alanlarda gerilemeler ortaya çıkmıştır. Bu gerilemeler en fazla askeri alanda hissedilerek başlamışken zamanla her alanda etkileri yaygınlaşmıştır. Bu olumsuzluklara çare bulma düşüncesi ile girişilen değişim çabaları çare olmayınca devletin yönetim şeklinin değiştirilmesine kadar giden çabalar toplumun hayatının değiştirilmesi çabalarına kadar uzanmıştır.
Toplumun değiştirilmesi birey bazında bireysel yaşayış şeklinin değiştirilmesi olarak kendini göstermiştir. Bu da eğitim sistemine bir görev olarak verilmiştir. Eğitim sistemi insan unsuruna yönelik faaliyetleri yerine getirirken toplumun ihtiyaç duyduğu tüm diğer alanlara yönelik faaliyetleri, görevleri üstlenen diğer sistemler kurulmuştur. Sağlık sistemi, adalet sistemi, emniyet sistemi, ulaşım sistemi, ekonomik sistemi gibi birçok farklı sistemler bunlardan bazılarıdır. Tüm bu sistemlerin işleyişi bürokratik işleyiş adı altında birleştirilebilir. Bürokratik işleyişte mevcut sistemler kurumlar şeklinde yapılandırılmıştır. Kurumlar bakanlıklar adı altında gruplandırılmış yapılar olarak devletin içinde yer alır. Devlet toplum içinde sahip olduğu gücü bakanlıklar aracılığı ile hayata geçirir. Bürokrasi bakanlık birimlerinin işleyiş sürecini tanımlar. Bürokrasi toplumun genel hayatından bağımsız değildir. Toplumun içinde yer alan tüm olay ve olgular toplumun hayatından etkilenir. Toplumun yaşayış şekli kurum ve kuruluşların işleyiş şeklini de doğrudan etkiler. Toplumun içinde var olan kurumların, bürokrasinin işleyişi toplumun yaşam biçiminin izlerini taşır. Bu yönüyle kurumlar ve bürokrasi ile toplum ve birey arasında karşılıklı ilişki ve etkileşim söz konusudur. Karşılıklı birbirlerini yansıtırlar.
Ülkemizdeki bu etkileşim son yirmi yıla yakın zamandır geçmişe göre daha farklı bir şekle bürünmüştür. Geçmişte güçlü devlet yapısının başında bulunanlar toplumu ve bireyi kendilerince belirlenmiş kalıplara göre şekillendirmeyi toplumun yararına bir iş olarak görürken gücü küçük bir zümrenin tekelinde tutmuşlardır. Bu süreçte birey yukardan aşağı alınan kararlar doğrultusunda kalıba sokulacak hammadde olarak görülmüştür. Dayatmacı anlayış toplumun ve bireyin sahip olduğu pek çok değeri görmezden gelmiş, küçümsemiş, yok saymıştır. Son yirmi yıla yakın zamandır iktidarda bulunanlar bu anlayışla mücadele etme iddiası ile başa geçerken geçmişteki hataları tekrar etmeyeceklerini söyleyerek toplum nezdindeki meşruiyetlerini sürdürme çabası içinde bulunmuşlardır.
Mevcut iktidarın başa geldiği günden beri yaşananlara yakından bakınca bürokratik işleyişe yönelik işleyişte her geçen gün sorunların azalmaktan çok arttığı görülmektedir. Bürokrasideki işleyişte genel uygulamalarda rutin hale gelen uygulamalara bakınca görülen şey genel kurallar çerçevesinde bir işleyişten çok baştaki birim amirinin anlayışına kalmış durumdadır. Birim amirinin geliş sürecinde açıklık ve şeffaflık yoktur. Genel olarak mevzuat düzenlemesi şeklinde getirilmiş bazı kurallar olmakla birlikte müdahaleye açık alanlar aracılığıyla kurallar istenilen kişileri seçmeye uygun hale getirilmektedir. Bu da işleyişi hukuki olmaktan çıkarıyor. Bürokrasinin başında bulunan birim amirleri sorumlu oldukları alandaki işleyişi yürütürken kendi inisiyatiflerinden çok kendilerini o makamlara getiren güç odaklarının söylediklerine göre hareket etmektedirler. Bu şekilde hareket etmedikleri takdirde makamda oturamayacakları öngörüsü ile ne söylenirse onu yapan etkisiz elemanlar haline dönüşmektedir. Hukukun ve kuralların üstünlüğünden güç odaklarının üstünlüğüne gidiş söz konusudur.
Bürokrasi hangi alanda ise o alanda etkin olan güç odakları, organizasyonlar bulunuyor. Bu organizasyonlar sendika, dernek, vakıf şeklinde yapılanmıştır. Bunların üstünde siyasi parti yapısı bulunur. Siyasi parti yapısı ise ilçe/il/genel merkez hiyerarşisi şeklinde işler. Bu hiyerarşide etkin olan kişilere ulaşabilenler parti ve partiye bağlı veya ondan beslenen, güç alan organizasyonların etkisine dayalı bir işleyişin hakim olduğu görülmektedir. Siyasi partiler her ne kadar toplumun organize olmuş şekli gibi görünse de ülkemizdeki siyasi işleyişi düzenleyen kurallar toplumun organize olarak bu faaliyetlere katılımını desteklemekten uzaktır. Toplumdan ziyade siyasal sistemlerin başında bulunanların oluşturduğu kişi odaklı, lider odaklı yapılanmalara dönüşen siyasi partiler toplumsal katılıma çok sınırlı bir zemin olarak ülkemizde varlıklarını sürdürmektedir.
Eğitim sistemi başta olmak üzere hemen tüm sistemlerde siyasal sistemi elinde bulunduranlar hemen tüm bürokrasiyi şekillendirmektedir. Bu işleyişte sendikalar, dernekler ve vakıf türü yapılanmalar şekillendirmede etkin görev almaktadır. Bu süreçte adaletli, hukuka uygun bir işleyişten çok kapalı kapılar ardında planlanan uygulamalar yaygındır. Buna rağmen bu işleyişte nemalananlar sıranın kendilerine geleceği günü bekleyerek veya kendilerini daha fazla göstermenin yolunu arayarak samimiyetten uzak bir şekilde gücü elinde bulunduranlara yaranarak zamanlarını geçirmektedir. Bu durum toplumda adaleti, erdemi, hukuku güçlendirmekten çok ikiyüzlülüğü, adaletsizliği, haksızlığı güçlendiriyor. Bu da topluma zarar veriyor.
                             Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...