26 Nisan 2022 Salı

Kurumsal İşleyiş Düzeni Üzerine…

Kamu kurumları topluma hizmet üretme amacıyla en üst kamu gücü olan devlet tarafından oluşturulur ve işletilir. Kamu kurumları kuruluş amaçlarını gerçekleştirmek üzere insan başta olmak üzere tüm maddi ve manevi ihtiyaçlarını devletin sağladığı kaynakları kullanırlar.

Kamu hizmeti görme amacıyla kurulmuş olan kurumların işleyiş şekli yasal mevzuat hükümleri ile belirlenir. Yasal mevzuatın var olması kurumların bu çerçevede hareket edeceklerinin garantisini vermez. Yasal mevzuat yazılı kurallar bütünüdür. Yazılı kurallar ise kağıt üzerindedir. Bunların gerçekliğe aktarılabilmesi için bu kurumsal yapılara hayat veren insan unsurunun davranışı gerekir. İnsan unsuru olmaksızın yazılı hiçbir kural gerçek hayata aktarılamaz. Bu nedenle insan unsuru kurumsal yapılar için büyük öneme sahiptir. İnsan unsurunun büyük önem arz ettiği kurumsal yapılar hiyerarşik bir anlayışla teorik olarak kurulur. Teorik olarak kurulmuş bu yapıların çalışma usulleri bağlı oldukları üst organın gözetim ve denetiminde bulunur. Toplumdaki işleyiş örgüsünden haberdar olan insanların yoğun olduğu durumlarda her kurumsal yapının işleyişinde kendisi için belirlenmiş kuralların hâkimiyeti de daha kolay hayata geçer. Toplumdaki bireylerin bilinç düzeyleri azaldıkça kurumsal yapıların işleyiş düzenlerinde de sorunlar görülmeye başlar. Kamuya, topluma hizmet üretsin diye oluşturulmuş yapıların içinde bulunan insan unsurunun niteliği bu yapıların işleyiş kalitesine de doğrudan etki eder. İnsan denen tekil varlık kendi özel istek ve arzularının gösterdiği şekilde davranmayı her zaman ister. İnsanın doğasına dair yazılan her kaynakta insanın bencilliği, keyfine düşkünlüğü, zenginlik ve güce olan hayranlığı, hep daha fazlasına sahip olma hırsı mutlaka vurgulanır. İnsanın bu özelliği içinde bulunduğu her ortamda varlığını devam ettirir. İnsanlardaki bu kişisel özellikler yönetim bilimi konusunda çalışmış uzmanlar tarafından bireysel arzu ve istekler olarak kabul edilmiştir. Yine yönetim bilim uzmanları kurumsal yapıların da kendileri için belirlenmiş amaç ve hedeflerinin varlığından söz eder. En uygun dengenin kurumların amaç ve hedefleri ile kurumlarda bulunan insanların arzu ve istekleri arasında uyum oluşturulabildiği durumlarda ortaya çıktığını da yine aynı çevreler tarafından kabul edilir. Gerçekten kamu hizmeti diye nitelenen eğitim, sağlık, adalet, emniyet gibi temel kamu hizmetlerini yürütmekle görevli kamu kurumlarında görev yapan kişilerin hemen hepsinde ve dünyanın hemen her yerinde arzu ve isteklerinin olması kadar doğal bir şey yoktur. Bir insan okulda öğretmen, hastanede doktor, adalet sarayında hâkim, savcı, emniyet müdürlüğünde güvenlik görevlisi olmakla kişisel arzu ve isteklerinden sıyrılamaz. Sıyrılmasını da beklememek gerekiyor. Bu durum ne kadar doğal ise kamu hizmeti sunma amacı güden kurumların da var oluş amaçlarının olması da o kadar doğaldır. Burada kurumun amaçları ile kişinin özel amaçları arasında etkin bir dengenin oluşturulması gerekir. Bu ise o kurumların başında bulunan yöneticilerin en başta gelen görev ve sorumluluğudur. İşte bu aşamada yönetici makamında oturan kişilerin üzerine düşen görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Yönetici olan kişiler de yönetici olmakla kişilik özelliklerinden, birey olarak insani zaaflarından soyutlanmış olmazlar. Yöneticiler de sonuçta diğer örgüt içindeki üyeler gibi insandır. Yöneticiler yöneticisi oldukları kurumsal yapıların hareket ettiricileri olarak diğer üyelere göre daha fazla görev ve sorumluluğa sahiptir. Onların yaptığı işin yapılmaması tüm kurumsal işleyişi olumlu veya olumsuz etkileyecektir. Böylesi durumda oluşturulmuş hiyerarşik yapının üzerine görev ve sorumlulukları yerine getirip getirmeme durumu ortaya çıkmaktadır. En alttaki kurumsal yapının görevini yapmaması bir üst basamaktaki tarafından görülüp kontrol edilir. Öyle ise hiyerarşik yapının genel işleyişinde sorun olmadığı sürece aslında kurumsal yapıların işleyişinde sorun olmaması gerekir.

Ülkemizde yaşanan soruna bu yönüyle bakıldığında aslında tüm toplumsal sorunların bu hiyerarşik işleyiş düzeninde yaşanan sorunlardan kaynaklandığı görülecektir. Ülkemizin tarihi geçmişine, yönetim kültürüne, kurumsal işleyiş düzenine bakıldığında merkeziyetçi bir yönetim anlayışının güçlü olduğu görülür. Amerika gibi eyalet, federasyon sistemi ülkemizde yoktur. Böyle bir yapıyı ülkeyi yönetenler de ülkenin varlığı, bütünlüğü açısından uygun görmemektedirler. Ülkemiz tarihinde devlete karşı kitlesel bir başkaldırı görülmemiştir. Toplumu oluşturan büyük çoğunluk azıcık aşım, dertsiz başım anlayışı ile kendi küçük dünyalarında yaşamayı her dönem tercih etmişlerdir. Devletin işlerine karışma, devlet işlerini düşünme, kafa yorma gibi bir gelenek, kültür, alışkanlık hiçbir zaman olmamıştır. Baştaki kişi ne derse onu yapmayı her zaman toplumsal bir alışkanlık haline getirmiştir. Bu durum devletin başındakiler için bir avantaj olduğu kadar toplumun gelişmesi açısından dezavantajlı bir durum da yaratmıştır. Devletin işlerine karışmama alışkanlığı devleti temsil ettiği düşünülen kamusal yapıların işleyişine de karışmama şeklinde yansımalarla da ortaya çıkmaktadır. Toplumu oluşturan vatandaş devlet kapısı diye nitelediği kamu kurumlarına işi düşerse büyük oranda tedirginlik yaşar. Yetkili bir makamın huzuruna çıkma, derdini anlatma, bir talepte bulunma bizim toplumda her zaman itici bir davranış olarak görülmüştür. Toplumdaki bu alışkanlık devlete ait kamu kuruluşlarında bulunan kişilerin de adeta işine gelen bir durumdur. Vatandaş zaten gitmek istemediği bir kamu kurumundan istekte bulunmayı kendisi için bir zûl addederken kamu kurumu çalışanları da biri gelip bir şey isterse rahatım bozulur anlayışı ile adeta gelenlere karşı soğuk, ilgisiz, zorlaştırıcı bir davranış sergileyince iki taraflı bir yabancılaşmanın ortaya çıktığı görülür. Kural ve kaidelerden yeterince haberdar olmayan vatandaş zaten tedirgin olduğu bir kurumsal yapıya işi düştüğü zaman kendisi adına bu işleri takip edecek birilerini arar. Bu birisi vatandaşın kendisine işinin düşmesini bir meşguliyete dönüştürünce ortaya devasa bir menfaat düzeni çıkar. Ortaya çıkan bu menfaat düzeni adeta mevcut kamu kurumu yapılarının paralelinde yeni bir yapı haline gelmiştir. Vatandaş işlerini takip edecek birilerini arayınca bu işleri takip etmeyi kendine iş edinenler kendilerinin gerekliliğini sürdürme adına mevcut yapının değişmemesi için çaba gösterir. Kamu kurumları da kendilerinden sürekli bir şeyler isteyen farklı kişilerle muhatap olmaktansa işleri bilen ve kılıfına uydurmada kendileriyle işbirliği yapan bu kişilerle işbirliği yaparlar.

Kurumsal yapıların görevlerini ne derece iyi yaptıklarının en üst iradeye bağlı bağımsız denetim sistemleri tarafından sürekli takip edilmesi, gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi gerekir. Bu denetim sistemlerinin bağımsız olması önemlidir. İşleyişte yaşanan sorunları saklamak değil ortaya çıkarmak, çözümler geliştirmek için çalışması gerekir. Ancak en üst irade böyle güçlü bir denetimin varlığını ister mi? Kurulmuş olan sistem en üst iradenin faydasına hizmetler sunuyorsa bu faydanın bitmesini en üst irade istemeyebilir.

Kurumların işleyiş düzeninin iyileştirilmesi kamu hizmetlerinin niteliğini geliştirirken bozulması bu hizmetlerin aksamasına neden olur. Kurumsal işleyişin bozukluğu toplum içindeki bozukluğun da daha fazla çoğalmasına neden olacaktır. Kurumsal işleyiş düzeninin iyileştirilmesi siyasal iradenin elindedir. Siyasal irade ehil yöneticiler atayarak kurumsal işleyişi yönlendirebilir. Güçlü ve etkin bir denetim bu sistemin niteliğini geliştirir. Şeffaf ve bağımsız medya yaşanan sorunları toplumda duyurursa yolsuzluk ve usulsüz işleyiş gittikçe azalacak, bunun yerine kurallı işleyiş yaygınlaşacaktır.

  

Muhalifbakış                                                                                                                                                                                izmirmuhammedali@gmail.com

 

15 Nisan 2022 Cuma

Yönetme Gücünü Doğru Kullanmak

Yönetimde sistemli yaklaşım anlayışının her alanda hakim olması gerekiyor. Bu ise genel anlamda bir yönetim politikasının tüm alanlara hakim olması ile mümkün. Yönetim politikası sıradan insanın kendi başına keşfedip geliştirebileceği bir kavram değil. Kurumsal yapılar için söz konusu olup en büyük kurumsal yapı devlettir. Devlet yönetiminde böyle bir politikanın geliştirilerek en üstten en alta tüm kurumsal işleyişlere hakim kılınması gerekiyor. Kurumsal yapılarda böyle bir işleyiş sistemi kurulmadan toplumu oluşturan sıradan insanlarda benzer bir anlayışın, iş yapma kültürünün oluşturulabilmesi mümkün değildir.

Bu anlayış liderlik yapan kişilerden doğarak topluma yayılabilir. Bu anlayışın gelişmediği durumlarda çabalar kişilerle ve küçük küçük birimlerle sınırlı kalır. Kısa vadeli olur. Karşıt büyük dalgalara karşı koyabilmesi mümkün değildir.

Sistemli yönetim politikası olmayan yapılarda bütünlük yoktur. Birbirini tutmayan, birbiri ile çatışan işleyişler söz konusudur. Bir taraftan yaparken bir başka taraftan yıkıcı etki yaratan işleyişler bir arada görülür.

Eğitimde, kültür-sanatta, tarımda, ekonomide, denetimde vb. pek çok alanda politikasızlıktan yakınılıyor.

Politika, işleyiş sürecindeki yönü, hedefi, çerçeveyi, bakış açısını, adım atarken dikkat edilecek usulü gösterir. Bir bakıma önceden verilen sözdür, taahhüttür.

Toplum, dünya ve devlet işlerinde bugünden yarına neyin nasıl yürütüleceğini ön görebilmek mümkün değildir.

Önceden kararlaştırılan bir işleyiş işleticilere, karar vericilere yön göstereceği için yeni durumlara, fırsatlara göre hemen yönelme, yön değiştirme kolay olmaz.

Önceden kararlaştırılan işleyiş iş başındakilerin keyfi hareketini sınırlar. Keyfi hareketin sınırlanması işbaşındakini kayıt altına almak demektir. Oysa insan keyfi hareket etmeyi sever. Kayıt altına girmek insandaki özgürlük arzusuna da uymaz. Yöneticiler politika belirlemekle hareketleri, karar alış iradelerini kayıt altına almış olacaklarından dolayı politika belirlemeyi gönüllü olarak istemez.

Bireysel arzu, istek ve duygular özgürce hareket etmek isterken sistematik örgütsel yapılar işbirliğini, organize hareketi, planlı işleyişi gerektirir. Bu durum bireyle örgüt arasında çatışma yaratır. Çatışmanın dengeli olması her iki tarafa yarar sağlar. Birey örgüte göre daha bağımsız hareket edebildiği için her zaman daha kolay değişir. Bu dengenin sağlanabilmesi kuralların açık, anlaşılır olmasına bağlıdır.

Bu ve benzeri durumlar politikasızlığın temel gerekçelerindendir.

Toplumda her birey kendi menfaatini öncelediği durumlarda kural bireyi sınırlandırır. Aktif bireyler bu nedenle kuralları amaçlarına engel olarak görür. Oysa kural organizasyonun dengesi için şarttır.

Politikasızlık düzensizliği getirir. Düzensizlik öngörülemezliği, plansızlığı dolayısıyla keyfiliği getirir. Keyfilik ise gücü elinde tutanların işine gelen bir durumdur. Mevcut iktidar böylesi bir yapıdan yarar sağladığı için yirmi yıl boyunca bu yapıyı bozacak düzenlemeleri atmaktan her zaman kaçındı.  

Devlet başta olmak üzere tüm toplumsal kurumlarda ve yapılarda ortaya çıkan düzensizlikler güçlülerin işine gelirken güçsüzlere zarar verir. Gücün toplumun tümüne yayılmasının mümkün olmadığı durumlarda eşitsizlikler daha da büyür. Ülkemizde de bu durum açık bir şekilde yaşanmaktadır. Zincirin en zayıf halkasının tüm zincirin gücünü belirlemesi gibi aslında toplumda da gücü eline geçirenler zamanla kendileri güçlense dahi toplumun diğer kesimlerinin geri kalmasının bir sonucu olarak kendileri de zamanla güçsüzlerin yaşadığı sorunlardan olumsuz etkilenmeye başlar. Biri yer biri bakar, kıyamet orda kopar misali toplumdaki dengesizlikler hoşnutsuzlukları da çoğaltır.

Bugün ülkemizde yaşanan tamamen bu tanımlara uymaktadır. Ekonomik düzen herkesin belini bükerken iktidar girdiği çıkmazdan kurtulma çabaları içinde çırpınırken daha da batmaktadır. Yirmi yıldır oluşturulan keyfi yapı hemen her kurumu sorunlara boğulmuş hale getirmiştir. Kendine bağlı zümrelere dağıtılan rantın sonu gelmiştir. Bu saatten sonra geri dönüşün yeniden temin edilebilmesi mümkün görünmemektedir. Zira bu güne kadar oluşturulmuş sistemin tümüyle kökten değiştirilebilmesi mümkün değildir. Oluşturulan menfaat sağlama mekanizmalarından yararlanan çevrelerin bu imkanları bırakarak adil bir kaynak dağıtım sistemi kurabilmesi de mümkün değildir.

Geçmişten beri ülkede güçlünün keyfine göre oluşturulan devlet yönetim sistemi dünyada ortaya çıkan yeni gelişmelere göre dönüştürülmek yerine gücü ele geçiren farklı anlayışlar perde arkasından işleri idare etmeye, düzeni kendilerine hizmet eder halde kullanmaya çalışarak varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. Bugünkü iktidar da geçmiştekilerden farklı bir davranış sergilemedi. Yüzyıllar boyu ilayı kelimetullah söylemini diline dolayan Osmanlı aslında saray çevresinin sahip olduğu imkanları kaybetmemek için çaba gösterdi. Gücü eline geçirdiğinde zulümden kaçınmazken güce karşı kaynakları paylaşarak işbirliği yapar görünüp zaman kazanmakla iktidarını sürdürmeyi uzun süre başardı. Sonunda paylaşılacak kaynaklar tükenince padişahlık gitti, Cumhuriyeti kuran Kemalist ideoloji halkın egemenliği söylemini perde olarak kullanarak perde arkasında gücü eline geçirip kaynakları kendi keyfine göre kullandı. Bunu eleştirerek iktidara talip olan muhafazakar anlayış gücü eline geçirir geçirmez aynı şekilde davranmaya başladı. Bu kez kullanılan söylem dindarlık kisvesine bürünmüştü. Bu kısır döngünün kırılabilmesi için yeni bir toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç var.

Yeni bir toplumsal uzlaşma sağlanabilirse yeni bir yönetim anlayışının oluşturulmasına ihtiyaç var. Devletin en tepeden aşağıya kadar yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç var. Gerçek anlamda kurumsal, sistemli bir yönetim politikası ve buna bağlı alt basamakların oluşturulması, ardından toplumsal hayatın her alanına yönelik kurallara bağlı, kurumsal, sistemli bir işleyiş düzeninin oluşturulması, işletilmesi ve toplumdaki herkesin bu kültürle yetişerek iş yapma kültürüne sahip olmasına ihtiyaç var. Bir başka deyişle devletin, toplumun, bireyin, ülkenin tümden bir dönüşüm ve değişime ihtiyacı var. Bu ise ancak toplumsal bir uzlaşma ile mümkün. Toplumsal uzlaşma sağlamak için belli ilkeler çevresinde toplanmak gerekiyor. Oysa ilke bazlı düşünme kolayca gelişebilen bir beceri ve alışkanlık değil. İlke bazlı düşünme soyut düşünmeyi gerektirir. Soyut düşünme ise okuma, yazma, düşünme, sorgulama, tartışma, uzlaşma gibi üst düzey becerileri gerektirir. Toplumun tümünün bu düzeyde bir beceriye sahip olabilmesi mümkün değil. Uzun vadede belki bu mümkün olabilir. Bu durumda topluma liderlik edecek kişilere büyük iş düşüyor. Liderlik eden kişilerin bu günkü iktidarın düştüğü yönetme hırsına kapılmaması gerekiyor. Liderlerin fedekarlık etmeleri, her şeyi kendilerine hizmet ederek yaklaşmaya çalışan küçük ve sınırlı zümrelerin eline teslim etmeden, toplumun tümünün yararına olacak şekilde paylaşımcı, şeffaf, hak temelli bir anlayışla dağıtımını sağlayacak sistemleri kurmak için çabalamaları gerekiyor. Tüm kararları tek başına almak yerine herkesin katılımını sağlamaları, kişileri güçlendirmek yerine kurumları, kuralları güçlendirmek için yetkiyi dağıtmaları, denetimi güçlendirmeyi, her alana yönelik politikaları oluşturmayı öncelemeleri gerekiyor.

 

 

Muhalifbakış                                                                                                                                                                      izmirmuhammedali@gmail.com

 

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...