23 Ekim 2021 Cumartesi
13 Ekim 2021 Çarşamba
Toplum Anlayışı Devlet Yönetiminden Doğar
Türkiye’de var olan toplumsal değer sisteminde
hangi anlayış/felsefe/bakış açısı/değer yargısı hakimdir denirse altta kalanın
canı çıksın/gemisini kurtaran kaptan anlayışının hakim olduğunu söylemek yanlış
olmaz.
Son zamanlarda gündeme gelen olaylara bakınca
bu ülkede gerçek anlamda bir otoritenin varlığından şüpheye düşmemek mümkün
değil. Ekonomik hayatta fahiş fiyatlardan, kiralık ev bulma sorunlarından,
emlak piyasasında var olan emlak fiyatlarının ön görülemezliğinden ve kontrol
edilemezliğinden tutun da İstanbul’da taksicilerin yaptırımlara rağmen müşteri
seçme davranışından vazgeçmemelerine kadar toplumdaki ekonomik faaliyetlerde
tam bir başıboşluğun varlığı inkâr edilemez bir gerçeklikle ortada durmaktadır.
Bir önceki yılki emlak fiyatlarının bir yıl sonra yüzde yüzü aşan miktarda
artması karşısında toplumda herkes şaşkınlık içinde birbirinin yüzüne bakıyor.
İstanbul’daki ev sahipleri kira fiyatlarının aşırı yükselmesi karşısında
kiracılarını çıkarıp daha yüksek yeni fiyatlarla evlerini kiralamaya çalışıyorlar.
Bu davranış istisnai olmaktan çıkmış, yaygın bir davranışa dönüşmüş. Herkes
duyduğu yeni fiyatlar karşısında sahip olduğu satılık emlakinin fiyatını yeni
şekliyle müşterilere sunuyor. Bu işleyişe ses çıkaran bir irade yok. Tüm bu
yaşananlar ülkedeki toplumsal değer yargılarının temelinde altta kalanın canı
çıksın anlayışının olduğunu gösteriyor.
Toplumda var olduğu söylenen altta kalanın canı
çıksın/gemisini kurtaran kaptan anlayışlarının temelinde güç vardır. Güçlü olanın
hayatta kaldığı, güçlü olanın istediğini yaptığı bir ortamda herkes elinden
geldiği kadarıyla güce sahip olmaya çalışıyor. Toplumsal hayatın içinde en
büyük güç kurumların kurumu olan devlettir. Devlet toplumsal hayatın her
alanında istediği düzenlemeyi yapabilen yegâne otoritedir. Toplumsal hayatın
içinde var olan bir anlayışın varlığını güçlü bir şekilde sürdürmesi en büyük güç
olan devletin bu anlayışa göz yummasından kaynaklanmaktadır.
Devlet gücünü elinde bulunduran kişi ve gruplar
bu gücün kullanım şeklini, kullanım alanını da doğrudan doğruya
belirlemektedir. Gücün hâkim olduğu bir ortamda kural hakimiyetinin çok fazla
bir işlevi, etkisi olmaz. Güç kuralların uygulanmasını da kendi istediği
şekilde sağlar.
Bugün toplumda din, ahlak, milliyet, tarih,
kültür gibi bir takım değerler toplum nezdinde yüceltilmeye, ön plana
çıkarılmaya çalışılıyor gibi görünebilir. İktidarın bir dönem en güçlü
figürlerinden Bülent Arınç bir konuşmasında dindar diye gördüğümüz hacı
amcalar, hacı teyzeler maddiyatlarına dokunan bir durumla karşılaştıklarında
neler yaptıklarına şaşarsınız diye bir beyanda bulunmuştu.
Toplumsal hayatın içinde altta kalanın canı
çıksın/gemisini kurtaran kaptan anlayışının yaygınlaşmasının en önemli nedeni
hayatın gerçekleri karşısında insanların çıkış yolu bulamamasıdır. Hayatın
gerçekleri karşısında toplumun içinde bulunan insanlar doğal olarak oyunun
kurallarına riayet eder hale gelmektedir. Zira toplumsal hayatın içinde sahip
olunan maddi değerler sıradan insanın kolayca anlayamayacağı kadar hızlı bir
şekilde eridiğinde, tükettiği bir ürünün yerine yenisini koyarken daha öncekine
göre daha fazla emek harcadığını, emeğinin karşılığının her an küçülmekte
olduğunu gördüğünde doğal olarak bunun önüne geçmenin yollarını aramaya başlar.
Zira insan hangi eğitim düzeyinde ve toplumsal sınıfta olursa olsun kendi
kişisel çabası ile başkalarının kişisel çabalarını gözüyle görüp
değerlendirebilir, ölçüp tartabilir. Bunu bazısı daha basit bir anlayışla
yaparken bazısı belki çok daha karmaşık iktisadi, sosyal veya felsefi
anlayışlarla yapar. Sonuçta her birey gözünün gördüğü bir olayı, olguyu kendi
zihin dünyasında sahip olduğu değer yargıları ile yargılar. Sonuçta da
kazandığını veya kaybettiğini mutlaka fark eder. Toplumsal hayatta var olan bu
gözlem gerçekliktir. Gerçeklikte kim ne yaşarsa onun farkına varabilir. Saf
köylülük, cahillik, bilgisizlik, dünyadan haberdar olmama gibi bir durum
yoktur. Herkes yaşadığı dönemin gerçekliğinden bir şekilde haberdar olur. Bu
durum da aslında hayatın gerçekleri karşısında din, iman, ahlak, kültür gibi değerlerin
ne kadar anlamsızlaşabildiğini gösterir.
Bugün yaşadığımız ülkede var olan gerçeklikler bireyleri
ayakta kalmak istiyorlarsa günün şartları neyi gerektiriyorsa onu yapmaları
gerektiğini öğütlemektedir. Bu öğütlemeyi dile getiren ise günlük hayattır. Devletin
yüksek yöneticileri topluma döviz almayın derken vatandaş devletin aldığı
kararların ortaya çıkardığı karmaşa karşısında tek çıkar yolun döviz almak
olduğunu görmekte ve buna göre hareket etmektedir. Camide dinden imandan söz
eden din görevlisine karşın vatandaş toplumun içindeki yolsuzlukları, rüşveti,
kayırmacılığı üstelik de diyanet gibi bir teşkilatın tam içinde yaşandığını
görünce sözlerin havada kaldığını görmekte ve buna göre söylenenleri dinlerken
hayatında hedefine ulaşmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktadır. Günlük hayatın
zorlaması nedeniyle herkes sahip olduğu değeri günün şartlarına uygun bir
düzeyde tutmanın yollarını aramaktadır. Bu emlak piyasasında emlak fiyatları
olarak ortaya çıkarken evini kiraya veren ev sahipleri için kiracılarına
yönelik davranışlarında ortaya çıkmaktadır. Bunu fırsatçılık diye niteleyerek
çirkinleştirmek yerine insanları bu yola sevk eden ve bireylerin gücünü fersah
fersah aşan toplumsal hayatın, ekonomik ve siyasal düzenin ortaya çıkardığı
devasa sorunların çözümünün üretilmesi gerekiyor. Bu ise toplumu yönetme gücünü
eline almış devlet yetkililerinin görev ve sorumluluğu. Sıradan bir insanın her
alanda tam olarak erdemli davranmasını beklemek insan doğasını tanımamak
anlamına gelir. Sıradan insan erdemden ziyade günlük ihtiyaçlarını karşılamayı,
geleceğini güvence altına almayı ister. Ülkemizde yaşanan sorunların boyutları
sıradan insanın gücünün çok üstündedir. Bu devasa sorunların çözümünü tek tek
bireylerin erdemli davranmasına bağlamak yersizdir.
Devleti yönetenler sahip oldukları yetki ve
gücü kullanarak tek tek bireylerin gücünden çok daha fazla bir sinerjiyi
kullanma hakkına da sahip olurlar. Bu sinerji toplumun yararına olacak şekilde
kullanılırsa toplumdaki refah seviyesi artarken ayrıcalıklı kişi ve grupların
yararına kullanılırsa o zaman aşılması güç zenginlik farklılıkları ortaya
çıkar. Bugün ülkemizde olan şey de tam olarak budur. Büyük bir gelir
adaletsizliği olan ülkede nüfusun büyük çoğunluğu asgari düzeyde gelirle
geçinmeye çalışırken iktidarın etrafında kümelenmiş olan küçük bir azınlık
gerek bürokratik, gerek ekonomik ve gerekse siyasal olarak devlet gücünün
sağladığı rantla, mevki ve makamla zenginleşmekte, saltanat sürmekte ve
imkanları kendileri ve yakın çevreleri arasında dağıtmaktadır. Ülkede en büyük
güç kamu otoritesindedir. Bu nedenle kamu idareleri en üstten alta doğru içinde
barındırdıkları yönetici ve diğer çalışanların yararını önceleyerek iş
görmektedir. Kamu idareleri için herkes tarafından bilinen, görülen bir işleyiş
düzeni, planı ve sistemi yoktur. En üst idari makamdaki kişi ne derse, hangi
tercihi yaparsa idarenin tüm kaynakları o yönde kullanılmaktadır. Tüm toplumun
ihtiyaçlarını önceleyen bir işleyiş düzeni yoktur. Kapalı kapılar ardında
hazırlanan projeler, planlar ve düzenlemeler yine kapalı kapılar ardında
birilerine rantın istendik şekilde paylaşımı karşılığında dağıtılmaktadır. Kamu
idarelerinin önceden hazırlanmış planlara göre geliştirdiği projeler belirli
oranlarda paylaşılmaktadır. Paylaşılan bu rant toplumun tümünün yararından
ziyade küçük bir azınlığa kalmaktadır. Bugün ülkede çarpık kentleşme sorunu
imar planlarında yapılan bu ranta dayalı gizli kapaklı çevrilen işlerden
kaynaklanmaktadır. Ülke nüfusunun beşte birini barındıran İstanbul’un devasa
nüfus yapısı, devasa trafik sorunu, Marmara denizinde ortaya çıkan müsilaj
sorunu, büyük şehirlerde yaşanan üniversite öğrencilerinin yaşadığı yurt
sorunu, eğitimdeki kalitesizlik gibi daha saymakla bitmeyecek mikro ve makro
sorunların temelinde hep bu rant paylaşımına dayanan, toplumun tümünü değil
küçük bir azınlığı düşünen kamu yönetim anlayışı bulunmaktadır.
En büyük iş veren olan devlet memuruna kıt
kanaat geçinme imkanı vererek mağdur ederken memur da sahip olduğu kamu
yetkisinden yararlanarak kendi kişisel gücünde ortaya çıkan eksiğini giderme
yoluna gitmektedir. Ortaya çıkacak rantı paylaşma karşılığı elde edilen
projelerden elde edilen geliri alan müteahhit bunun ortaya çıkardığı maliyeti
fiyatlara ekleyerek kendini kurtarmaya çalışmaktadır. Toplayamadığı vergiyi
dolaylı vergi sistemi ile akaryakıttan, özel tüketim vergisinden toplayan
devlet sıradan vatandaşına sen de dolaylı yollardan kendi yolunu bul mesajını
vermektedir. Vergi kaçırmayı vergiden kaçınma diye niteleyen bir yönetim
anlayışının sıradan vatandaşa erden telkin edebilmesi mümkün değildir.
İtibardan tasarruf yapılmaz anlayışının pompalandığını gören sıradan vatandaş
da doğal olarak kendi itibarını gösterme yollarını arıyor. Böyle kurulmuş
düzenin içinde yer alan sıradan vatandaşı bu nedenle fazla yadırgamamak
gerekiyor. Öncelikle devleti elinde bulunduran kişilerdeki yönetim anlayışının
yakın çevre ve kendini destekleyen küçük zümreden toplumun tümüne fayda
sağlamak şeklinde değişmesi gerekiyor. Toplumun tümünün faydasını düşünen bir
kamu idaresi kural ve kaideleri kişilerin istek ve arzularına göre değil
toplumun genel menfaatine göre belirlemesi ve uygulaması gerekiyor. Şeffaf bir
yönetim yapısı ile toplumun genel yararını belirleyen planlar herkesle açık bir
şekilde paylaşılmalı, toplum nezdinde açık bir şekilde tartışılarak gelecek
planlanmalı. Yaşanan her şeyi takip eden bağımsız ve güçlü bir denetim ve
kontrol mekanizması ile yine bağımsız güçlü bir basın yayın sistemi kurulmalı.
Toplumda genel işleyişi bozan hiçbir harekete göz yumulmamalı. Kamu idaresi
elindeki imkan ve yetkileri toplumun yararına kullanacak yeni özel ve özerk yapılar
kurarak alternatif güç odakları aracılığıyla gücü, zenginliği, karar verme,
planlama ve organize olma yeteneğini toplumun tüm kesimlerine yaymalıdır. Böylece
ortaya farklı güç odakları ve özerk yapılar ortaya çıkar. Devlet de bu güç
odakları arasında toplumun yüksek yararını gözeten bir hakem rolünü oynar. Kuracağı
ekonomik, siyasal, sosyal sistemler aracılığıyla etkin bir denetimle genel
toplumun refahına katkı sunmayan hiçbir faaliyete göz yummamış olur. Küçük
azınlığı, tekelci zihniyetleri ön plana çıkaracak sistemlerle etkin bir
mücadele sistemi kurarak toplumsal hayatta gerçek anlamda bir düzenleyici güç
haline gelir.
Gelişmiş batı ülkeleri bu sistemi uzun zamandır
kendi ülkelerinde kurmuşlardır. Bugün bu sistemin yaşaması için gereken neyse
onu yapmaktan uzak durmamaktadırlar. Oysa içinde yaşadığımız toplumun geçmiş
tarihinde var olan Osmanlı devlet düzeninde toplumun genelini dikkate alan bir
devlet düzeni kurulamamış olduğu gibi halen de dünya standartlarında işleyen
bir devlet düzeni kurulabilmiş değildir. Geçmişte var olan toplumsal, siyasal,
kamusal sorunlar olduğu gibi bugün de toplumsal hayatımızın her alanında
yaşanmaktadır. Çağın gereğine göre dünyayı takip eden bir devlet düzeni
kurulamamıştır. İyi işleyen bir mali sistem yoktur. Yargı sistemi siyasal
iktidarların oyuncağı halinde varlığını sürdürmektedir. Adalet hemen hiçbir
alanda yoktur. Hak ile güç dengesinde avantaj güçten yanadır. Hak kolay kolay
elde edilememektedir. Nitelikli bir hayat yaşamak toplumda ayrıcalıklı
kişilerin elindedir. Bu ayrıcalıklı sınıflara karşı harekete geçme, gelir
adaletini sağlama gibi endişeler taşıyan bir devlet yoktur. Devletin sahip
olduğu kaynaklar belirli kişilere yarar sağlayacak şekilde kullanılmaktadır.
Tüm bunlar ülke insanının kıt kanaat gününü
tamamlamak dışında başka işlerle uğraşmasına engel olmaktadır. Bu şartlar
altında kişilere neden fırsatçılık yapıyorsun diye bir suç yöneltmek abesle
iştigaldir. Bundan dolayı altta kalanın canı çıksın/gemisini kurtaran kaptan
anlayışının uzun bir süre daha bu ülke topraklarını terk etmesi zor görünüyor.
Muhalifbakış
8 Ekim 2021 Cuma
Doğru Din Anlayışı Olmazsa Olmaz
Din konusu ülkemizde en fazla değer gösterilen
değerlerden birisi. Ülkede toplumun büyük çoğunluğu dini konulara karşı bir
saygı çerçevesinde yaklaşır. Toplumu sosyal, kültürel, siyasal, tarihi ve daha
birçok farklı yönden inceleyen uzman düzeyindeki hemen herkes bir şekilde
toplumda var olan dini duyarlılık üzerinde durmak zorundadır. Bu zorunluluğa
bakınca toplumun çok dindar olduğu düşünülebilir. Siyasetle uğraşanlar toplumun
dindarlık algısı üzerinde çok daha fazla hassasiyet gösterdiklerini vurgulamaya
özen gösterirler. Aslında toplumun dini değerlere gösterdiği hassasiyetle
dindarlık arasında doğrudan bir ilişki olduğunu söylemek zordur. Toplumda din
konusunda bilgi düzeyine ilişkin yapılan pek çok araştırma ve incelemede dini
bilgi düzeyinin oldukça düşük olduğuna dair bulguların sayısı hiç de az değildir.
Tersine bilgisizlik alabildiğine had safhadadır. Toplumda dini değerlere saygı
bilgiden kaynaklanmamaktadır. Dini duygunun özünde var olan bilinmeyene,
görülmeyene karşı bir korku, çaresizlik, güçsüzlük duygusuna karşın yüce
yaratıcıya sığınma duygusunun verdiği psikolojik bir boyut olduğu kadar toplumu
oluşturan kitlenin sahip olduğu devasa gücü arkada hissetmek amaçlı dindarlık
duygusunun ön plana çıkarılması dini değerlere gösterilen saygı ve hassasiyetin
bir gerekçesidir dense yanlış olmaz. Aslında dini değerlere karşı gösterilen
hassasiyet genel anlamda söylem düzeyinden ileri gitmez.
Bu bilgisizlik düzeyi bugün ortaya çıkmış bir
durum değildir. Bugün yüceltilen Osmanlı’da da durum bugünden farksızdı. Hatta
o dönemde çok daha fazla idi. Devasa camiler, ilayı kelimetullah ideolojisi
görüntü, söylem ve toplumu gütmede bir araç olmaktan öte bir anlam ifade
etmiyordu dense yanlış bir yargı olmaz. Bugün geçmişe bakıldığında hangi özgün
ve verimli bir siyasal, ekonomik, kültürel mirastan söz edilebilir. Göklere çıkarılan
vakıf sistemi aslında o dönemde müsadereden mal kaçırma aracı olmaktan öte bir
işlev görmemişti. Bu kadar yüceltilen Kur’an-ı Kerime saygı söylemine rağmen
kutsal kitabın hangi ilkesine uygun bir devlet yönetim sistemi, ekonomik sistem
kurulabilmiştir? Kur'an’ın adalet sisteminin, ekonomik sisteminin, eğitim
sisteminin hangi ilkesi bugün hukuk tarihinde, ekonomi tarihinde, eğitim tarihinde
yerini alabilmiştir?
Geçmişten bu yana din duygusu özellikle iktidar
sahipleri tarafından güçlü bir şekilde köpürtülmüştür denebilir. Dinin
özellikle güçlendirdiği itaat etme, zorluklar karşısında sabırlı olma,
dayanışma, yardımlaşma gibi duygular iktidardakilerin işine yaramıştır. Bizim
toplumda bireysellik yeterince gelişmemiştir. Kitleler halinde insanlarla
uğraşmak çok daha kolaydır. Bu kolaylık iktidarları kitlesel yönlendirme aracı
olarak dini kullanmaya itmiştir. Din sadece iktidar sahipleri tarafından
kullanılmıştır diyemeyiz. Din konusunda bilgi sahibi olanlar bu bilgiyi
kendileri için bir güce dönüştürmüşlerdir. Batıda yaşanan İncil’in milli
dillere çevrilmesi süreci İslam için gerektiği gibi hayata geçirilememiştir.
Dinin mesajının anlaşılması ve buna göre bir hayat düzeni kurulması iktidarlar
için istenmeyen bir durum olduğu kadar din konusunda bilgi sahibi olan kişiler
için de yeterince destek görmemiştir. Dini bilgiye sahip olmanın verdiği
tekelci anlayış bu alanda belli bir düzeye gelmiş kişiler için bir avantaj olarak
kullanılmıştır. Bilgi sahipleri ile iktidarlar bu konuda her zaman işbirliği
yapmıştır. Bilgiye sahip olma sürecindeki çabanın toplumdaki herkes tarafından
aynı şekilde kolaylıkla gösterilebileceğini beklemek doğru bir beklenti
değildir. Toplumu oluşturan büyük çoğunluk günün rutinlerine dalarak kişisel
anlamda ihtiyaçlarının peşine düşerken bu alanda bilgi sahibi olanların
kendilerine sunduğu hazır şablonları kullanmayı daha uygun görmüş ve kendileri
ayrıca bir çaba göstermeyi gereksiz bulmuşlardır. Bu durum aslında dinin özüne
uygun olmayan bir yaklaşımdır. Dinin özüne ilişkin kafa yormanın gerektirdiği
zorlu ve sarp yokuşa tırmanmaktansa bu alanda çaba göstermeyi kabul etmiş
kişileri aracı olarak kullanmak toplumu oluşturan bireylere çok daha kolay
gelmiştir. Bu kolaya kaçma davranışı zamanla hastalıklı bir yapının doğmasına
neden olmuştur. Bugün bu hastalıklı yapının sancılarını hala çekiyoruz.
Dinin özüne ilişkin bilgi edinme, kafa yorma,
yeni üretimler yapma davranışı İslam dininin temel kaynağı olan kutsal kitapta
açıkça dile getirilir. Aklını kullanma, düşünme, gözlemler yapma, bilgiye
ulaşma çabası içinde mücadele etme kavramları aslında entelektüel beceriler
gerektirir. İslama mensup olan bireyin ve bu bireylerden oluşan toplumun
aslında entelektüel becerilere sahip olması gerekir. Okumak, yapılan
sözleşmelerin yazıya geçirilmesi, başkaları ile işbirliği/fikir alış
verişi/şura davranışları, kainatta var olan düzenin anlaşılması, var olan düzen
üzerinde düşünülmesi, ibret alınması gibi davranışları göstermek için çok üst
düzey bir soyut düşünme becerisine sahip olunması, buna göre bir toplum, devlet
ve insan yapısı, modeli oluşturulması gerekir. Buna rağmen tarih boyunca İslam
mensuplarının oluşturduğu toplumlarda bu becerilere odaklanılmadığı, bu tür
becerilerin geliştirilmesi için gereken alt yapı çalışmalarının yapılmadığı
açıkça görülür. İslam’ın insan, devlet ve toplum modeline ilişkin tartışmasız
bir modelden söz edebilmek neredeyse imkansızdır. Bu modeli İslamla ilişkisi
olmayan kişilerin geliştirmesini beklememek gerekiyor. Bunu İslama mensup
olduğunu söyleyenler yapması gerekir. Bugün de yine benzer geri, eskiden
tevarüs ettirilmiş uygulama ve sistemlerin yeniden hayata geçirilmeye
çalışıldığı görülüyor. Dinin sembolü olan camilerde din görevlisi diye
nitelenen kişilerin söylemlerine yakından bakıldığında her yıl aynı şeylerin
yüzyıllardır tekrar edildiği şekilde sürdürüldüğü görülmektedir. Din denilince
hala herkesin aklına sakal, başörtüsü, cübbe, sarık, şalvar ve günlük rutin
ibadetler geliyor. Toplumda sakallı, cübbeli, sarıklı veya çarşaflı birisi
görüldüğü zaman dindarlık akla geliyor. Dini eğitim denilince hafızlık, Kur’an
Kursu ve cami yapmak anlaşılıyor.
Bu yanlış anlayışı ortadan kaldırma sorumluluk
ve görevi din konusunda bilgi sahibi olan, hassasiyet sahibi olan kişilerin
üzerindedir. Toplumda gerçek dindarlığın ortaya çıkması anlamadan tekrar edilen
Arapça söz ve cümleleri makamlı, nakaratlı, güzel sesli bir şekilde
seslendirmek değil, her bir söz ve cümlenin toplumsal hayatta karşılığını
yaşatacak, gösterecek sistemlerin, kurumların, fiil ve yapıların meydana
çıkarılması ile mümkündür. Bu ise körü körüne bir taklit anlayış ve davranışı
ile değil bireysel bir çaba ile sağlanabilir. Zira İslam dininde muhatap olan
her bir insanın bizzat kendisidir. Allah’ın halifesi denilen insanın bizzat
kendisidir. Bu çerçevede her bir bireyin dinin mesajını en doğru şekilde
anlamak için birilerinden bir şeyler beklemeksizin kendi bireysel çabasını en
üst düzeyde ortaya oymak için mücadele etmesi, çabalaması, yaşaması gerekiyor.
Birey olarak bu hassasiyet içinde olunmadığı
sürece iktidarlar, iktidarla işbirliği yapanlar ve bilgi sahibi olduğunu
zannedenler din konusunda istismarcılığı bırakmayacaktır. Gerçek din anlayışına
sahip olunmadığı sürece de kılınan namazlar ve diğer ibadetlerle dini görüntü
olarak düşünülen gölge imgelerle herkes kendini aldatmaya devam edecektir.
Sonuçta da inanıldığı söylenen sonraki hayatta hüsrandan başka bir şeyle karşılaşılmayacaktır.
Muhalifbakış
Eğitimde Müfredat Açmazı
Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...

-
Din eğitimi konusu ülkemizde en çok tartışılan konulardan birisidir. Din eğitimi konulu tartışmalar ne yazık ki sağlıklı bir zeminde yapılam...
-
İslam tarihi boyunca çağdaş anlamda bir eğitim felsefesi kurma çabası ortaya çıkmadı. Eğitim felsefesi kavramı da aslında yeni bir kavram....
-
Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...