Osmanlı tarihinin
yeniden okunmasına ve öğrenilmesine ihtiyaç var. Tarihi övünme vesilesi olarak
kullanmak yerine yapılan yanlışlardan ders alma vesilesi ve buna göre bugünkü
toplum ve devlet yönetimini, birey hayatını düzenleme aracı olarak kullanmak
gerekiyor. Bunun için her bir padişahın hayatını ayrı ayrı ele alıp incelemek,
devlet adamlarının şahsiyetlerine ve uygulamalarına bakmak gerekiyor. Avrupa
devletlerinin bir araya gelerek Osmanlıyı nasıl yıktıkları kadar Osmanlının iç
düzeninde yıkılışa sebep olan hastalıkların teşhis edilmesi gerekiyor. Buna
göre hastalıkların bugünkü görüntülerine ulaşma ve bunları ortadan kaldırmanın
yollarını bulmak için çaba harcamak en akılcı hareket olacaktır.
Osmanlı Avrupa’daki
gelişmelere uzak kaldı. İlk elçi 1720’de Fransa’ya gönderilen 28.Çelebi Mehmet
Efendi geçici bir ziyaret yaptı. Oysa Avrupa çok erken dönemlerde Osmanlı’ya
sürekli ve kalıcı elçiler göndermiştir. Bu elçiler aracılığıyla Osmanlı’daki
gelişmelerden, sistemin işleyişinden haberdar idiler. Osmanlı gücünün verdiği
azamet duygusu ile kendini küçük dağları ben yarattım havası içinde herkesi
küçümserken dünyadaki gelişmeleri adeta es geçti.
Osmanlı Avrupa’ya
lütuf mahiyetinde ticari ayrıcalıklar, kapitülasyonlar vermiş. Bu gün de güya
hükümet virüsle mücadele adı altında pek çok ülkeye yardım gönderiyor. Aynı
kafa yapısı fazla değişmemiş gibi görünüyor. Hala menfaatlerine göre hareket
etme, aklını duygularının önüne geçirme alışkanlığı kazanamamış bir devlet
yönetim anlayışımız var. Güya kişisel ilişkilerden yararlanarak menfaat temin
edilebileceği zannediliyor. Oysa gelişmiş Avrupa ülkelerinde kurumsal bir
devlet yönetim kültürü ve geleneği var. Bu nedenle şahsi ilişkilerden çok
ülkenin sistematik ve kalıcı menfaatlerine önem veriyorlar. Kişisel ilişkiler
ne olursa olsun konu devlet olunca tavırlarını net bir şekilde ortaya
koyabiliyorlar.
Rızkın onda dokuzu
ticarettedir diyen bir peygamberin ümmeti olduğunu söyleyen Osmanlı ülkesindeki
ticareti Yahudi, Rum, Ermeni ve diğer azınlıklara teslim ediyor. Bu nasıl bir
anlayış anlamak mümkün değil. Ülkesindeki insanlarının ekonomik, sosyal,
kültürel ihtiyaçlarını dünyanın gittiği yöne göre yeniden yeniye çizmek yerine
saltanatın zevk ve sefa kollarında uyuşmuş bir zihinle güya devlet
yönettiklerini zannetmişler yıllarca.
İngiltere daha
1580’lerde Osmanlı ülkesi içinde ticari faaliyetler yürütmesi için şirketler
kuruyor ve bu şirketlerin faaliyetlerine izin verilmesi için elçileri aracılığı
ile padişahtan ahidnameler alınıyor. Bunun gereği olarak İstanbul ve diğer
şehirlerde faaliyette bulunan tüccarların ticari faaliyetleri oralarda bulunan
konsoloslar aracılığı ile takip edilerek ihtiyaç duyulan desteği her zaman
sağlıyorlar. Zaman zaman yapılan konsolos değişiklikleri sonrasında da yeni
görevliler için yeni onaylar, izinler alınıyor. Yani sadece başkentte bir elçi
bulunması ile yetinilmiyor, farklı şehirlerde de konsoloslar bulunduruluyor.
Elçiler ve konsoloslar edindikleri bilgileri, karşılaştıkları olayları
İngiltere’ye rapor olarak gönderiyorlar. Bu dönemlerde Osmanlı’nın Avrupa
ülkelerine tüccarlarının ticaret faaliyet yapmasını bırakın devletin elçisi ve
konsolosluk görevlisi gibi bir sistemi, düzeni mevcut değil. Avrupa’daki
ülkelerde ne olup bitiyor merak edip de bakma gibi bir ihtiyaç duyulmuyor.
Başkentteki elçi
kendisine ulaşan bilgilerden harekete sadrazam veya padişah ile görüşerek
yaşanan sorunun çözümüne yönelik yeni emirler, ahidnameler alarak vatandaşlarının
sorunlarını çözüyor. Bu süreçte sadrazam veya padişahın İngiliz elçisinin
istekleri ile ilgili olarak bizim vatandaşlarımız, tüccarlarımız neden aynı
şekilde Avrupa’ya gidip faaliyette bulunmuyor, bu İngiliz tüccarlar ülkemizde
ne yapıyor diye hiç mi merak edip de düşünmüyorlar sorusu insanın aklına
geliyor. Devletin başındaki yöneticiler kendi ülkesinin menfaatine,
vatandaşının yararına ne tür faaliyetler yapılması gerekir gibi bir endişe
taşımadıklarını gösteriyor. Aksi takdirde yöneticiler İngilizlere verdikleri
ayrıcalıkların benzerini mütekabiliyet/karşılıklılık ilkesi gereği İngiliz
devletinden istemeleri gerekirdi. Oysa bir zamanlar İslamiyet’in uzak doğuya,
Endonezya’ya veya Filipinler gibi yerlere Müslüman tüccarlar aracılığı ile
ulaştığı pek çok tarihi kaynakta yazıldığı biliniyor. Buna rağmen ilayı
kelimetullah davası güttüğü iddia edilen Osmanlı’nın da benzer şekilde ilk
Müslüman tüccarlar gibi davranmaları gerekirdi. İlayı Kelimetullah kavramı bu
çerçevede her zaman göz önünde bulundurulan temel bir ilke olduğu iddiasının
destekten yoksun olduğunun göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bazı
tarihçiler Osmanlı’nın fetih hareketinin temelinde ekonomik ve stratejik
saiklerin bulunduğunu söylemesi çok da yanlış bir değerlendirme değil gibi
görünüyor.
Elçiler kendi ülke
vatandaşlarının ticari faaliyette bulunduğu yerlerde gidip geldikleri yol
üzerinde bulunan kadılara, serdarlara, ayanlara ve diğer devlet görevlilerine
yönelik başkentten, saraydan talimatlar, ahidnameler ve emirler gönderilmesini
sağlıyor. Bu emirlerle İngiliz görevlilerinin, vatandaşlarının gezip
dolaştıkları yerlerde, tehlikeli ve emin olmayan yerlerde canlarının,
mallarının ve davarlarının korunması, desteklenmesi istendiği, bu amaçla İzmir
ve çevre vilayetlerdeki devlet yetkililerinin gereken önlemleri almalarının
sağlandığı görülüyor.
Bu ve benzeri
belgeler ve olaylar İngiliz devlet sistemi içindeki birliği, bütünlüğü,
sistematikliğin düzenini gösterirken aynı şekilde Osmanlı devletindeki
düzensizliği, sistemsizliği ve keyfiliğin de bir başka yönüyle göstergesi
oluyor. Umarım bu millet tarihine duyguları ile değil aklı ile yaklaşmayı bir
an önce öğrenir.
Muhalifbakış
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder