29 Ocak 2020 Çarşamba

Depremi Durdurma Şansı Var mı?


Elazığ depremi sonrası yaşanan tartışmalar sırasında siyasi değerlendirmeler de yapıldı. Bu değerlendirmeler sırasında yirmi yıla varan süre içinde iktidarın depreme hazırlık adına üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmediği yönünde değerlendirmeler ve eleştiriler yapılmasına karşı cumhurbaşkanının depremi durdurma şansınız var mı şeklinde cevap verdiği görülüyor. Aslında bu sorunun cevabını cumhurbaşkanının kendisi de biliyor. Elbette hiç kimse cumhurbaşkanı başta olmak üzere hiç kimseden böyle bir şey istemiyor, isteyemez.
Deprem başta olmak üzere dünyada pek çok doğal afet kapsamında olaylar oluyor. Bu tür doğa olaylarının durdurulmasını akıl sahibi hiç kimse iktidarlardan istemez. Hiçbir iktidar da böylesi bir vaatle iktidara gelmeyi hayal dahi etmez. Sel felaketleri, fırtınalar, tsunamiler, yangınlar, toprak kaymaları gibi doğal felaketler dünyanın gerçeği. Bunlardan gündemde olan depremi durdurma şansı olmamakla birlikte depremin ortaya çıkarma ihtimali olan zararların önlenmesine yönelik önlemlerin alınma görevi başta iktidarlar olmak üzere toplumun her bir üyesi olan bireylerinde bulunmaktadır. Tüm doğal olayların ortaya çıkması ihtimaline karşı yaşayan insanlara ve çevreye karşı muhtemel zararlarının en aza indirilmesi için düzenlemeler yapılması, önlemler alınması gerekiyor. Bu düzenlemeleri yapma güç ve imkanına sahip en büyük yetkili birim ve makam ise kamu gücünü elinde tutan iktidarın ta kendisidir. İşte cumhurbaşkanının depremi durdurmak değil ancak deprem başta olmak üzere tüm doğal afetlere karşı önlem ve düzenleme yapıp yapmadığının değerlendirmesini yapması beklenir.
Ülkemizde yaşanan olayları konu eden haberlere bakıldığında deprem, sel felaketleri, toprak kayması gibi olayların mevsimsel olarak sık sık yaşandığını görmek mümkün. Hemen her yıl Trakya başta olmak üzere birçok tarımsal alanların sular altında kaldığını duyuyoruz. Karların erimeye başladığı dönemlerde yaşanan su basmaları da bu çerçevede her zaman duyuluyor. Yağan yağmur sularının ortaya çıkardığı sel sularının şehirlerin hemen her yerinde evlerin bodrum katlarını basması, yolların göle dönmesi, araçları dahi sürükleyen güçlü sel felaketlerinden hemen sonra şehirlerin alt yapı eksikliği her zaman gündeme gelir. Karadeniz bölgesinde yaşanan toprak kayması türü olaylar da yine bu çerçevede akla gelen diğer tür doğal afetlere örnekler olarak sayılabilir. Bu felaketlerin en sonuncusu olan deprem de hemen her gün herkes tarafından bir şekilde gündeme getirilir. Buna rağmen uzmanların hemen tümü söz birliği etmişçesine bu konularda ülkede hala büyük eksiklerin olduğu dile getirilmektedir.
İktidarlar kamu gücünü kullanırken kamu kaynaklarını işe koşar. Kamu kaynaklarının kullanım yetkisi kamu yönetiminin bir gereğidir. İktidara gelmek kamu yönetim yetkisini ele almak anlamına gelmektedir. Toplu halde yaşayan insanlar ihtiyaçlarını bireysel olarak kendi kendilerine karşılayamazlar. Toplu yaşamanın getirdiği imkanlar kadar görevler, sorumluluklar da vardır. Haklar ve imkanlarla görev ve sorumluluklar arasında dengeli bir sistem kurabilen toplumlar her yönden gelişir güçlenirken bu dengeyi kuramamış olan toplumlarda ise dengesiz bir dağılım ve her alanda düzensizlikler yaşanır. Güçlü olanlar istedikleri gibi yaşarken gücü yetmeyenler en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta güçlük yaşar. Adeta altta kalanın canı çıksın anlayışı vardır. Böylesi durumlarda ise herkes ayakta kalmanın yolu ne ise ahlaki olup olmadığına bakmaksızın eline geçen her imkanı kullanarak gününü kurtarma yolunu bulmaya çalışır.
Kamu kaynaklarının kullanımına dair şeffaflık olmaması kaynaklar ne yapılıyor, ne kadar doğru kullanılıyor sorusunun da doğru ve sağlıklı cevaplanmasını engellemektedir.
Kamu kaynaklarının kullanımında açıklık ve şeffaflık olmaması kamu yönetimini elinde bulunduranların yönetim anlayışından kaynaklanmaktadır. Kamu gücünü seçimle ele alan iktidar güç bende ise kimseye bir şey söylememe, sormama gerek yok anlayışında. Bu anlayış keyfi yönetimin en önemli göstergesidir. İktidar kamu gücünü kullanma yetkisi verdiği görevlilerini belirlerken de yine şeffaf ve açık bir sistem kullanmamakta. Görevliler ehliyet ve liyakati açıkça önceleyen bir seçme sisteminden geçilerek belirlenmesi yerine şüpheli, kapalı işlemlerle seçilince dedikoduya neden oluyor. Bu da güven bunalımına neden oluyor. Kamu gücünü kullanan iktidarın işleyiş sisteminde gücün kullanımını, kaynakların kullanımını denetleyen güvenilir bir kontrol ve denetim sistemi de bulunmuyor. Denetimsiz bir sistemden sağlıklı bir işleyiş üretilmesini beklememek gerekiyor. Sistemin kurulmasındaki ve işleyişindeki keyfilik seçme sistemindeki şüpheli ve kapalı durumlar, işleyişler ve düzenin denetimsizliği gibi olumsuzluklar güvensizlik yaratırken çevrenin yapılaşmasına, görüntüye bakıldığında rant paylaşımına dayanan bir imar anlayışının hemen her yerde görülüyor olması da aslında depreme hazırlık konusunda gerçek anlamda bir şeyler yapılmadığının açık bir göstergesidir.
Başta deprem yaşanan yerlerden Manisa, Elazığ, Malatya gibi illerin merkezlerinden taşralarına doğru giderek yapılacak bir araştırma ve inceleme deprem konusunda bu iktidar zamanında neler yapıldığını gösterecektir. Bu iktidar zamanında geçmiş iktidarların yaptıklarından farklı olarak deprem konusunda özel bir çalışmanın olmadığı açıkça görülür. Aslında bu iktidar da tıpkı geçmiş iktidarlar gibi deprem konusunda hiçbir şey yapmamıştır. Sadece etki-tepki anlayışı ile deprem olan yerlerde enkaz kaldırma çalışması yapılmıştır. Belki acil müdahale faaliyetleri çerçevesinde farklı bir işleyiş süreci söz konusu olmuştur denebilir. Ancak bu durum depreme hazırlıktan ziyade deprem sonrası yapılan faaliyetler kapsamında ele alınabilir.
Deprem öncesi hazırlık kapsamında yapılması gerekenlerin neler olduğu alan uzmanlarınca zaten ortaya konmuş bir husustur.
Depremin en önemli etkisi yapılaşma ve şehir planlaması alanında görülmektedir. Yapılaşma ve planlı şehirleşme konusunda ülke çapında bir değişimden söz edebilmek mümkün değil iken depremin yaşandığı Manisa, Elazığ, Malatya gibi illerde de bu kapsamda hemen hiçbir şey yoktur. Manisa ili sanayileşmenin getirdiği iş bulma kolaylığının getirdiği göç kaynaklı hızlı nüfus artışı nedeniyle en düzensiz gelişen şehirlerden birisidir. Ülkenin batısında yer alan bir il olan Manisa ilinde yirmi yıllık iktidar süresi boyunca planlı şehirleşme adına yapılan etkin bir çalışma yok denecek düzeydedir. TOKİ aracılığı ila yapılan inşaat faaliyetlerinde taraftarlara kaynak ve rant aktarma olmadığını söyleyebilmek için elde yeterli, güvenilir ve açık veriler bulunmamaktadır. Manisa ili devasa bir kasaba görünümündedir dense yanlış olmaz. Elazığ ve Malatya illeri de şehirleşme adına farklı bir durumda değildir.
Meydana gelen deprem faaliyetleri şehir merkezlerinden çok kırsaldaki yerleşim birimlerinde etkili zararlara ve yıkımlara neden olmuştur. Türkiye’de bu çerçevede kırsala yönelik bir depreme hazırlık faaliyeti de sıfır düzeyinde hatta sıfırın altındadır. Kırsala yönelik planlı bir yapılaşma yoktur. Aslında şehirleşme anlayışının kırsaldan merkeze doğru planlı ve kontrollü bir çalışmayla yapılması gerekirken ülkemizde geçmişte de bu gün de kırsalda planlı faaliyet söz konusu değildir. Kırsal bizde her zaman iktidarların ilgisinden uzak kalmıştır. Ülke çapında dağınık ve düzensiz kırsal yerleşim adeta iktidarların ilgi alanının çok uzağında kalmaktadır. Şehir merkezlerinde de yine yapılaşma, ulaşım alt yapısının geliştirilmesi, şehrin insana bakan yönlerinin planlı olarak, bilinçli bir şekilde geliştirilmesi, parkların, bahçelerin, sosyal donatı alanları, yollar, caddeler, toplanma alanlarının, kamu alanlarının planlanması gibi faaliyetler yani imar faaliyetleri rant konusu çerçevesinde ele alınmaktadır. Cumhurbaşkanı İstanbul’a ihanet ettik sözünü mealen ve aynen farklı zamanlarda ve yerlerde dile getirmişti. Bir zamanların yolsuzlukla suçlanan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar o dönemde ben ne yaptımsa başbakanın söylediklerini yaptım demişti. Bunlara bir bütün olarak bakınca deprem konusunda yapılması gerekenlerin neler olduğu, bunların ne kadarının hayata geçtiğinin düşünülmesi gerekiyor. Yapılması gerekenler konusunda da iktidarın sorumluluğu hiç de az değil.
Orman alanlarında binlerce konut, milyonlarca nüfus yaşıyor. 2B Orman arazilerine yönelik yasal düzenlemeler bu iktidar tarafından yapılırken planlı bir şehirleşmeden ve depreme hazırlıktan söz edilemez. İmar barışı düzenlemeleri ile ruhsatsız, kaçak yapılara ruhsat, izin düzenlenirken depreme etkin bir hazırlık yapıldığı iddiası boş bir sözdür. Bu tür kararlar ve faaliyetlerle kaçak bina, kaçak yapılaşma cenneti olan ülkemizde depreme hazırlık yapıldığı iddiası komediden öte bir anlam taşımamaktadır.
Belediyelerdeki inşaat ve yapı işlemlerindeki mevcut başıboşluk, düzensizlik ve kontrolsüzlükte değişen fazla bir şey yoktur. Belediye sisteminde harcanan devasa kamu kaynaklarına karşın var olan denetimsiz işleyiş ve keyfi idare yönetim anlayışının devamında 20 yıllık iktidarın hiçbir dahli, payı yok demek için ancak Türkiye’den habersiz olarak ülke dışında yaşayanlara mahsus bir değerlendirme olur. Türkiye’de yaşayan herkes, sağır sultan da olsa bunları bilir. İktidar da bunu biliyor ancak bilmezlikten gelerek saflığa yatıyor.
Şehirler birbirinin kopyası. Ülke nüfusunun beşte biri İstanbul’da yaşıyor. Hemen tüm şehirlerde on kat ve üstü binalar en merkezi yerlere adeta yarışırcasına dikiliyor. Yeşil alanlar acımasızca katlediliyor. Her yer beton yığınına dönerken depreme hazırlık iddiasını dile getirmek çok da inandırıcı görünmüyor. Bu ve benzeri durumlar plansız şehirleşmenin önemli göstergeleri. Sayın cumhurbaşkanına şunu söylemek gerekiyor; depremi durdurma şansınız yok ancak planlı şehirleşme için var olan tüm gücünüzü kullanma imkanınız vardı. Toplumun ihtiyaçlarını görmek için kurulmuş kamu kurumlarında güvenilir, adil, şeffaf bir seçme sistemi kurma imkanınız çok eskiden beri vardı. Etkin bir denetim sistemi kurarak merkezi ve yerel yönetimlerde keyfi kaynak israfına engel olma imkanınız çok eskiden beri vardı. Ekibinizde yer alanlarda bu yönde önceliklere sahip kişiler olmalarını bir kriter olarak koyma imkan ve gücünüz, şansınız her zaman vardı. Buna rağmen bu ülkede hala doğru dürüst işleyen bir yönetim ve denetim sistemi yok. Bu ülkede hala yapanın yanında kâr kalıyor. Şehircilik bu ülkede hala adı var kendi yok bir kavram durumunda.

                             Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com


16 Ocak 2020 Perşembe

Yükseköğretim Politikaları ve Tekrar Eden Yanlışlar, Değişen Aktörler


Türkiye’de devlet ve özel olmak üzere 203 üniversite olduğu söyleniyor. Üniversiteler il merkezinden en küçük ilçe merkezine kadar pek çok yerleşim yerine dağılmış durumda. Nüfusu 1500-2000’e kadar düşük küçük ilçelerde dahi meslek yüksekokulları var. Küçük ilçelerin dörtte birlik nüfusuna kadar ulaşan öğrenci sayıları ile bulundukları yerleşim birimlerinde önemli bir nüfus artışı sağlayan bu tür yüksekokullarda verilen eğitimin kalitesi üzerinde duran kimse yok. Üniversitelerdeki öğrenci sayılarına ilişkin istatistiklere bakıldığında sekiz milyon civarında öğrencinin yarısına yakını açık öğretimde iken diğer yarısı ise örgün eğitimde.
Yükseköğretim düzeyinde yayınlanan istatistiklere göre ülkede dört milyona yakın örgün öğretim öğrencisi varken bu öğrenciler için devlet tarafından hazırlanan yurt imkânlarının sayısının ise altı yüz bin civarında olduğu görülüyor. Öğrenci sayısı ile yatak/yurt kapasitesi kıyaslandığında her beş öğrenciye bir yatak düştüğü görülüyor. Devletin yükseköğretim düzeyindeki öğrencilere sunabildiği barınma/yurt ve yatak hizmetinin çok yetersiz olduğu açıkça görülmektedir. Devletin açık bıraktığı bu devasa alan doğal olarak özel kesim tarafından doldurulmaktadır. Devlet bir yönüyle özel kesime her geçen gün büyüyen müşteri kitlesi sunmuş olmaktadır. Üniversite sayısını arttırmak yanında en kırsala kadar meslek yüksekokulu türü okulların yayılmasına karşın yurt hizmeti sunulmaması öğrencilere dolaylı olarak özel kesimdeki insanların insafına terk etmek gibi görünmektedir. Üniversite açılmasının getirdiği hareketliliği gören yerel yöneticiler ne olursa olsun kendi yerleşim yerlerine de bir meslek yüksekokulu açılması için siyasi irade yetkililerinin kapısında adeta sıraya girmektedir. Siyasi irade sahipleri bu tür taleplere karşı yerel imkânlarla da olsa öğrencilerin barınacağı yerlerin temini konusunda bir şart sunmak yerine yerleşim yerinin durumuna hiç bakmaksızın keyfine göre okulların açılmasına onay vermektedir. Siyasi iradenin yapması gereken öğrencilerin getireceği ekonomik, sosyal ve kültürel hareketliliğe karşı yerleşim biriminin öğrencilere vereceklerini de sorguladıktan sonra istenen şartları sağlayabilenler ile sağlayamayanlar şeklinde bir değerlendirme yapması ve buna göre karar vermesi gerekir. Böyle bir değerlendirme olur olmaz her yere meslek yüksekokulu açılmasını önleyebilir. Bugün pek çok yükseköğretim kurumunda yeterli eğitim personeli bulunmamaktadır. Bazı yerlerde ortaöğretimde görev yapan öğretmenler derslere girerken ortaokul düzeyinde branş öğretmenlerinden ders alan meslek yüksekokulu öğrencisi ile dahi karşılaşılmaktadır. Öğrenciye diploma verme dışında bir katkısı olmayan okulların öğrencileri bulundukları yere ekonomik, sosyal ve kültürel hareketlilik getirmektedir. Görüntüde toplumun yükseköğretim mezunu nüfus sayısını arttırmakla ülkenin dünya nüfus istatistiklerindeki yeri değişiyor olabilir ancak bu değişim görüntüden öte bir anlam taşımamaktadır. Siyasi irade açısından toplumun farklı kesimlerinden gelen taleplerin karşılanması olarak görülen bu durum uzun vadede toplumun gelişmesine katkıdan çok toplumu oluşturan bireyleri oyalamaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Siyasi irade toplumun yönetim hizmetini elinde bulunduran otorite olarak toplumu oluşturan bireylere dünyanın bulunduğu veya gittiği yere göre yol göstermek olması gerekir. Yükseköğretim düzeyinde eğitim hizmeti alt yapısı olan yerlerden başlayarak adım adım yaygınlaştırılmalıdır. Bu yapılırken ne olursa olsun da diploma sahibi insan sayısı artsın demek yerine gerçek anlamda ihtiyaç bulunan alanlara göre bir öncelik planlaması yaptıktan sonra buna göre bir kaynak dağıtım sürecinin işletilmesi gerekir. Bunun için il merkezlerindeki alt yapı oluşturulmadan ilçelere geçilmemelidir. İlçeler özellikle de küçük ve kırsalda yer alan ilçelere sırf ekonomik, sosyal ve kültürel hayatları canlansın anlayışı ile yükseköğretim kurumu açılmamalıdır.
Okulların bulunduğu yerleşim yerlerindeki öğrenciler bulundukları yerin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatına önemli katkılar sunuyor. Öğrencilerin barınacakları yurtlar, kiralık ev piyasası, esnafın alış veriş yoğunluğu, öğrencilerin bir araya gelebilecekleri kafe vb. yerlerin açılması gibi ticari faaliyetler yanında okulda eğitim öğretim amacıyla gelenlerin bireysel veya grup halinde bir araya gelerek aralarında veya çevreyle oluşturdukları sosyal etkileşim yerleşim yerlerinde hareketliliğe örnek olarak gösterilebilir.
Üniversitelerin kuruluş kararı siyasi iradenin onayına bağlı olduğu için genelde bir yere üniversite açılması kararı bilimsel ihtiyaçlardan çok yerleşim yerindeki nüfusun siyasi yapısına göre veya siyasi iradenin etkin makamlarında bulunan kişilerin aktivitesine bağlı olarak veriliyor. Bugün özellikle küçük yerleşim yerlerinde bulunan üniversitelere bağlı meslek yüksekokulu türü kurumların öğrencilere verebileceği eğitimin kalitesinden çok bu okullara gelecek öğrencilerin o yerleşim yerine getireceği ekonomik, sosyal ve kültürel hareketliliğe bakıldığını söylemek mümkün. Küçük yerleşim birimlerinde bulunan okulların öğretim kadroları genelde bağlı olduğu üniversite merkezinde kendine yer bulmakta zorlanan veya ileride daha iyi bir kadroda yer alabilmek amacıyla şimdilik katlanılan bir zorunlu hizmet anlayışı ile gönderilen kişilerden oluşuyor. Bazılarında ise kadrolu bir görev sahibi olma endişesi ile neresi olursa olsun yeter ki bir kadro verilsin anlayışıyla hareket edenleri de bir başka grup olarak saymak mümkün. Bir kısmını da kendi memleketi, doğup büyüdüğü yerde son zamanlarını geçirme anlayışında hareket edenler olarak ayrılabilir. Dolayısıyla küçük yerleşim yerlerinde nitelikli personel sayısı yeterli olmadığı gibi gelen öğrencilerin de yeterli altyapıya sahip olmayan öğrencilerden oluştuğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Üniversite yerleştirme sistemi puan üstünlüğünü dikkate alarak oluşan sıralamaya göre en üstten en alta doğru yapılmaktadır. Okulların eğitim kalitesi de öğretim görevlisi ve öğrenci kalitesi de yine buna göre oluştuğu görülmektedir.
Ülkemizde her şeyde olduğu gibi üniversite eğitim faaliyetlerinde de büyük bir plansızlık, düzensizlik ve başıboşluk vardır. Yıllar yılı tüm üniversite eğitim imkânlarını İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük metropollerle sınırlı tutan siyasi irade bu metropolleri adeta yükseköğretim düzeyindeki eğitim kurumu ile ağzına kadar doldururken bugün tersine en küçük yerlere kadar üniversite eğitim ortamları oluşturarak bu kez tersine bir etki tepki mekanizması işletmektedir. Yükseköğretimde mevcut olan bu plansızlık benzer şekilde okul öncesinde de vardır. Devletin kendi belirlediği kurallar, ilkeler ve mevzuat hükümlerine göre öncelikle sosyo-ekonomik yönden gelişmemiş bölgelerdeki bireylere yönelik olarak akranlarının düzeylerine çıkarılmak amacıyla oluşturulması gereken okulöncesi eğitim hizmeti yine bizzat devletin kendi iç işleyişinin ve yönetim sisteminin düzensizliği nedeniyle olması gerekenden sapmış, isteyene, talep edene, almak için çaba gösteren bilinçli kesimlere yönelik bir hizmete dönüşmüştür.
Toplumlar ile toplumları idare eden siyasi iradenin, bu iradenin elinde bulunan kurumsal işleyiş düzenlerinin anlayışı, imkânları, ilkeleri, yapısı kısaca her şeyi farklıdır. Toplum ve toplumu oluşturan bireyler kendi kişisel hayatları, ihtiyaçları, arzuları ile sınırlı olmak üzere düşünür, yaşar, hareket eder. Bilgiye ulaşma imkânları, güçleri ve iradeleri sınırlıdır. Oysa kamu hizmeti görme amacıyla oluşturulan kurumsal yapılar ise kişilerin hayatlarından, bilgi edinme imkânlarından çok daha fazla ve güçlüdür. Toplumun ve toplumu oluşturan bireylerin uzun vadeli, planlı ve sistemli bir düşünceyle hareket etmesini beklememek gerekirken kamu hizmeti sunma sorumluluk ve yetkisine sahip olan yapılardan tersine planlı, programlı, sistemli ve düzenli hareketler beklemek gerekir.
Durum böyle iken gerek yükseköğretimde ve gerekse okulöncesi dönemlere yönelik kurumsal yapılanma işleyişinde yapılanlara bakınca kamu hizmeti sunma görev ve sorumluluğunu üzerinde bulunduran siyasi iradenin kendisinden beklenen davranışları göstermekten çok uzak şekilde davrandığı görülmektedir. Yükseköğretim başta olmak üzere diğer tüm alanlarda yaşanan bu plansızlık ve düzensizlik topluma katkıdan çok zarar vermektedir. Toplumun sahip olduğu tüm kaynaklara ve imkânlara yön verme gücünü elinde bulunduran bir aygıtın içinde bulunduğu durum topluma zarar veriyor hale gelirse bu uzun vadede belli kişilere yarar sağlasa bile uzun dönemde toplumlar açısından büyük bir çıkmaz sokak durumu olup adeta yıkım sürecini hızlandırıcı bir etkiye sahiptir. Bu çıkmaz sokaktan veya yıkım sürecinden çıkış yine kurumsal mekanizmaların işleyişine bağlı bir durumdur. Kurumsal işleyişin hem yıkım sürecini hızlandırma hem de bu süreçten kurtulma gücüne, etkisine sahip olması çelişki gibi görünebilir. Fakat işleyiş toplum faydasına olursa kurtuluş süreci güçlenirken toplumun yerine kişilerin faydasına olursa yıkım süreci güçlenir. Bu nedenle işleyişin yönü gidişatın da yönünü belirler. Bu işleyişte liderlik özelliğine sahip kişilere büyük sorumluluk düşmektedir. Topluma liderlik yapan kişilerin oluşturacağı gruplar, ekipler topluma da yön verme gücüne sahip olabilmektedir. Bu nedenle liderlerden hareketle gruplar ve ekipler oluşurken toplumun yönlendirilmesinde de etkin bir araç görevi de görebilirler. Bununla birlikte oluşan gruplar ve ekiplerin mutlaka toplumun yararını önceleyen bir anlayışla oluşturulması gerekmektedir.
Bugün iktidarı, siyasi iradeyi elinde bulunduran en güçlü irade yaklaşık yirmi yıldır devlet mekanizmasını elinde bulundururken en azından on yıldır herhangi bir sınırlama olmaksızın devleti şekillendirme güç ve imkânına sahip bulunmaktadır. Buna rağmen başta yükseköğretim politikaları olmak üzere pek çok alanda geçmişte var olan politikalarda büyük çaplı bir değişiklik olmadığı söylenebilir. Geçmişte yapılan hatalardan dönüldüğünü söylemek bugün de mümkün görünmemektedir. Değişen işleyişte etkin olan aktörlerdir. Geçmişte devletin etkin mekanizmalarını eline geçirenlerin yaptığı yanlışlar bugün mevcut makamlarda bulunanlar tarafından tekrar edilmektedir. Toplumun yararına yönelik çalışmaların yaygınlaştığını söylemek bu dönemde de pek mümkün görünmemektedir. İşleyişin ortaya çıkardığı yarardan yararlananlar bugün söylemde daha fazla dindarlık tonuna sahip olanlardır. Bunun dışında geçmişten farklı bir işleyiş söz konusu değildir.

                             Muhalifbakış
                                                                               izmirmuhammedali@gmail.com




Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...