16 Mart 2023 Perşembe

Toplumdaki Din Anlayışı Üzerine


 

Din anlayışı üzerine mutlaka herkesin kendine göre bir düşüncesi vardır. Din konusunda olumlu veya olumsuz kanaate herkes mutlaka sahiptir.

Din kavramı içinde bulunduğumuz toplumda büyük bir yer tutmakla birlikte gerektiği gibi doğru bir şekilde anlaşıldığını söylemek oldukça zor görünüyor. İslam dini ortaya çıktığı andan itibaren kitaplı dinlerden birisi olarak var olmuştur. Kitaplı bir din olmak okuma kültürüne dayanmak anlamına gelmektedir. Okuma kültürü içinde yazma da yer alır.

İslam dininin temel kaynağı olarak kutsal kitapta hayatın her alanına yönelik mesajlar, ilkeler, değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu mesaj, ilke ve değerlendirmelerin doğru bir şekilde anlaşılması dinin de doğru anlaşılmasına neden olur.

Aklın doğru bir şekilde kullanımına yönelik mesaj, ilke ve değerlendirmeler getiren dinin toplumumuzda doğru anlaşılmamış olduğu görülüyor.

Din konusu toplumda herkes tarafından bilindiği zannedilen bir olgu. Buna rağmen din konusunda bilgisizlik adeta dibe vuruyor.

Din konusunda bilgi sahibi olanlar dine dair yanlış anlayışlar üzerinde mücadele etmesi gereken birinci sıradaki sorumlu kişiler. Din konusunda diyanet işleri başkanlığı ve ona bağlı olarak camiler, cami görevlileri, ilahiyat fakülteleri, imam hatip liseleri, dini kendine bir hayat şekli olarak kabul ettiğini söyleyenler şeklinde uzun bir liste hazırlamak mümkün. Buna rağmen dine dair konular üzerinde gerektiği gibi tartışılabildiğini söylemek oldukça zor.

Din eğitimi denilince Kur’an Kurslarına devam etmek, imam hatip liselerine kayıt olmak, dinle ilgili konuların anlatıldığı derslerin alınması gibi konular akla geliyor. Bu alanda önemli yanlış anlayışlar, gelenekler oluşmuş durumda. Bunların ortadan kalkması gerekiyor. Fakat bu konularda eleştirel bir söz hemen din düşmanlığı anlamına algılanıyor. Bu da din konusunda okuma, tartışma, sorgulama kültürünün yetersiz olduğunu gösteriyor. Okuma ve yazmanın temel bir zorunluluk olduğu bir dinin mensupları arasında bu davranışların alışkanlık haline gelmemesi dinin ne kadar az anlaşıldığının da bir göstergesidir.

Toplumda din diye algılanan anlayışlar üzerinde konuşulması, tartışılması, düşünülmesi gerekiyor. Okullarda kız/erkek ayrımı uygulaması dinin bir gereği gibi algılanıyor. Kızlardan ve erkeklerden oluşan ayrı sınıflar, okullar olması dini anlayışın bir gereği gibi sunuluyor, algılanıyor. Dindar anlayışa sahip ailelerde haremlik selamlık anlayışına dayanan bir yaşam biçimi görülür. Bu yaşam biçiminin dini, toplumsal ve psikolojik temelleri bulunmaktadır. Bununla birlikte bu konularda toplumda yeterli bir bilincin olduğu da söylenemez.

Başörtüsü kullanmak önemli bir dindarlık göstergesi olarak kabul ediliyor. Başörtüsü takan birisi mutlaka bilgili bir dindar olarak düşünülüyor. Erkekler için de sakallı, cüppeli, sarıklı olmak bu şekilde algılanıyor. Kılık kıyafete, dış görünüşe göre bir değerlendirme oldukça yaygın.

Dini öğrenme denilince Kur’an-ı Kerimi yüzünden okumak anlaşılıyor. Arapça harflerin okunmasının öğrenilmesi Kur’an okumayı öğrenme olarak görülüyor. Hafızlık aşırı yüceltiliyor. Toplumda din konusunda otorite durumunda olanlar veya din konusunda hassasiyet taşıdığını iddia edenler hafızlık kavramını herkes için ulaşılması gereken ideal dindarlık noktası olarak gösteriyorlar. Oysa hafızlık dinin özündeki bir husus değildir. Hafızlık Kur’an-ı Kerim’i baştan sona belirli bir sistem çerçevesinde ezberlemektir. Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek ayetleri belirli bir noktadan itibaren okumaya devam etme şeklinde oluşur. Ezberlemede anlama yoktur. İçeriğe dair bir değerlendirme yapılamaz. Sadece ayetler sıradan okunabilir. Anlamadan kelimeleri tekrar edip geçmek dinin istediği bir anlayış değildir. Bu nedenle hafızlığı dinin asli bir unsuru gibi görmek din anlayışı ile tamamen zıt bir bakış açısıdır.

Namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler dinin gücüne dair bir gösterge olarak algılanıyor. Davranış boyutunda istenenlere yönelik bir algı gelişmemiş olduğu rahatlıkla görülür. Bunun temel nedenlerinden birisi dinin anlamı, içeriği, kaynakları ve kültürü üzerine yeterince düşünmemek olduğu söylenebilir.

Tarih boyunca yaşanan tecrübeye bakıldığında her toplumun kendine özgü bir yaşam biçimine sahip olduğu bir gerçekliktir. Bununla birlikte bu alanda yeterince yazılmış bir kaynak bulmak oldukça zor. İslam toplumlarındaki okuma ve yazmaya yönelik olumsuz bakış bunun en önemli nedenlerinden birisidir. Kendi toplumumuz açısından bakıldığında din eğitimi konusundaki tarihi mirasın içinde devlete bağlı olan ve olmayan bir yapılanmanın olduğu görülür. Devlete bağlı din eğitimi daha çok toplumun gözündeki meşruiyet kaynağı olan dine sahip çıkma endişesiyle hareket edildiği görülür. Toplum nezdinde meşruluğunu sürdürmek isteyen yönetimler din eğitimine dair yapılar, kurumlar, mevki ve makamlar oluşturmuş ve buralarda görevli kişiler istihdam etmişlerdir. Toplumun tümüne yönelik ortak bir din anlayışını yaygın bir eğitim sistemi ve faaliyeti ile yayma gibi bir anlayış ve uygulama hayata geçirilememiştir. Görevlendirilen kişiler aracılığıyla yönetimin sahip olduğu din anlayışının herkes tarafından kabul edilmesi veya büyük bir muhalefet olmaması yönetenler açısından yeterli olmuştur. Toplumun din anlayışını görevlendirdikleri kişiler aracılığıyla şekillendirmeye çalışmıştır.

Devlete bağlı olmayan cemaatler, gruplar, oluşumlar tekke, zaviye veya diğer benzeri yapılanmalar çevresinde toplanmıştır. Bu tür oluşumlar da kendi anlayışlarını topluma yayma çabasını liderlik konumunda bulunan kişilerin anlayışı ile sınırlı kalmıştır. Liderlik makamında oturan kişilerin yazdığı kitapların okunması bu oluşumların eğitim metodu olarak ortaya çıkmıştır. Genel anlayışın dışında yorumlar, bakış açıları yönetim tarafından fitne kaynağı olarak görülerek yok edilmeye, sindirilmeye çalışılmıştır.

Toplumun tümünü kapsayacak gerçek anlamda din anlayışı kazandıracak bir eğitim sistemi, faaliyeti geliştirilememiştir. Kur’an-ı Kerim’i namazlarda okuyabilecek kadarıyla ezberleme, Arap harfleri ile yazılmış şekliyle kitabı okuyabilme, günlük hayatta ihtiyaç duyulacak şekliyle ilmihal denilen bilgilerin öğretilmesi ile sınırlı bir eğitim faaliyeti bulunduğu görülmektedir.

Tarih boyunca var olan bu sınırlı din anlayışı kazandırma çabaları bugün de fazla farklılaşmış bir durum yoktur. Bu sınırlı anlayışla dinin doğru bir şekilde öğrenilmesi, anlaşılması, sorgulanması, tartışılması zor görünüyor.

Bugünkü iktidar dindar nesil yetiştirme iddiasına yönelik söylemleri hayata geçirememiştir. Bu iktidar döneminde güçlenmesi beklenen din anlayışı tersine olumsuz bir yönde gelişmiştir. Bu iktidarın ilk yıllarında dindarlık iddialı bir argüman olarak ülke gündemine oturma şansı bulmuş iken zamanla iktidar sahiplerinin yaptığı yanlışlar nedeniyle dindarlık anlayışı yozlaşmıştır. Şu anki şekliyle bakıldığında toplumun tüm kesimlerinde dindarlığa karşı olumsuz bir bakış vardır. Bu olumsuz bakışın ortadan kalkması kısa vadede mümkün görünmüyor.

 

     

 

15 Mart 2023 Çarşamba

Doğal Afet ve Kader Söylemi

Şanlıurfa ve Adıyaman’da yağan yoğun yağış sonucunda 13 kişi hayatını kaybetti. Tarım bakanı konuşma yaparken doğal afet olarak nitelenen bu olay sonrası dünya çapında küresel ısınma sonrası ortaya çıkan bu durumların dünyanın her yerinde görüldüğünü söylerken ölenlere rahmet, kalanlara baş sağlığı ve sabır tavsiye ediyor.

Şanlıurfa’da yaşanan selden en fazla etkilenen yerlere ilişkin televizyon görüntülerinde balıklı göl ve Abide kavşağı ile su basan hastaneden kamera görüntüleri olduğu görülüyor. Yağan yağmurlar sonrası şehirlerin sular altında kalması hemen her mevsimde görülen sıradan olaylar. Yağan yağmur suları fiziksel olarak en çukurda kalan yerlere doluyor. Abide kavşağı diye nitelenen bölgede suyun biriktiği, göllendiği yer daha önce yapılmış olan alt geçit olan bölüm. Alt geçit olarak yapılan düzenleme sonrası suyun birikeceği doğal bir çukur oluşturulmuş. Alt geçit yapılırken muhtemel yağmur suyu birikintisinin gidebileceği drenaj mutlaka yapılmıştır. Bununla birlikte hesap edilmeyen şey muhtemel yağışların yoğunluğu olduğu anlaşılıyor. Abide kavşağındaki uygulamaya bakıldığında yağan yağmuru doğal afet sonucu olarak nitelemek çok yanlış. Aynı şekilde balıklı göl mevkii de benzer şekilde doğal bir çukur alan. Bu alanın yağmur sularının doğal olarak toplanacağı yer olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Tarihi balıklı göl alanına yönelik çevre düzenlemeleri yapılırken yağmur sularının tahliyesine ilişkin bir öngörü olmadığı anlaşılıyor. Balıklı göl mevkiindeki uygulama da yine tam olarak doğal afet tanımına girmiyor. Yaşananlar şehirleşme anlayışından kaynaklanan doğal olmayan, insan eliyle ortaya çıkarılan sorunlardan kaynaklanıyor. İnsan eliyle şehirler beton yığınları haline getirilince her doğal olay sonrası kayıplar yaşanıyor. Şanlıurfa ve Adıyaman’da sel sularına maruz kalan yerler genelde alt geçit türü yapay alanlar olduğu görülüyor. Bu durum doğal bir olaydan çok insan eliyle yapılan çukur yerlerin suyla dolmasından kaynaklandığını gösteriyor. Şanlıurfa ili şehir olarak sel felaketine uğramaya çok da uygun bir coğrafyada değil. Coğrafi olarak sel sularının doğal olarak birikeceği alanlar yok. Şehir merkezinde planlı bir yerleşim yapılmış olsa derelerden ve kanallardan suyun kolayca tahliyesi mümkün. İlin pek çok yerinde devasa sulama kanalları var. Harran ovasının her tarafını kuşatan bu sulama kanalları sayesinde sular kolayca tahliye edilebilir. Fakat şehirdeki gelişigüzel yapılaşmadan dolayı yağmur suları kendine gidebilecek doğal yollara ulaşamıyor. Neresi uygun ise orada biriken sular böylesi felaketlere ve kayıplara neden oluyor.

Yağan yağmur sularının yol açtığı sel felaketleri sadece Şanlıurfa ve Adıyaman’la sınırlı değil. Her yıl Trakya’da Meriç nehrinde yaşanan taşkınlar Edirne ve çevresinde sel felaketlerine neden oluyor. Hatay’da Asi nehrinin taşkınları çevresine zarar veriyor. Anadolu’nun pek çok köyünde ve diğer coğrafyasında selin sebep olduğu yıkımlarla karşılaşılıyor. Deniz kenarlarında yerleşim birimleri sürekli yağan yağmur sularının denize ulaşamamasından dolayı sel sularının yollara, evlere dolduğu görülür. Denize akması gereken sular yapılan binalar, kaldırımlar ve düzenlemeler nedeniyle çukur yerlerde hapsolmakta ve sele neden olmaktadır. Karadeniz’de her yıl dere yataklarındaki yapılaşmalardan kaynaklanan sel felaketi haberleriyle karşılaşılıyor.

Ülke coğrafyasında akarsuların çevresine yönelik düzenlemelerin yapılmaması nedeniyle ortaya çıkan her doğal yağış felakete sebep olmaktadır. Şehirlerdeki plansız yapılaşma yine aynı şekilde felaketlere yol açıyor. Ülkemizde yaşanan bu olayların doğal bir afet olduğunu iddia etmek çok da gerçekçi bir açıklama değil. Dere yatakları, insan eliyle yapılmış geçitler insanlara mezar olmaya devam ediyor.

Yine ülkemizde yaşanan deprem felaketi sonrasındaki durum da sel felaketinde yaşanandan farklı değil. Şehirlerdeki kuralsız yapılaşma sonucunda ortaya çıkan düzensizlikler doğal bir olay olan depremin felakete dönüşmesine neden oluyor. Deprem öldürmez, bina öldürür gerçeğini kader olarak niteleyerek toplumdaki hastalıklı anlayışların devam etmesine neden olmak bu ülkeye fayda değil zarar getirmektedir.

Devlet olmanın gereği olarak konulmuş kuralların hayata geçmesi için gereken işleyiş düzenini kurmamak büyük bir yönetim zafiyetidir. Denetim faaliyeti devlet olmanın en temel işlevi olduğu halde ülkede denetimsizliğin ayyuka çıkması yönetim adına büyük zafiyettir. Yaşanan her felaketin altında bu yönetim ve denetim alanında var olan zafiyetler yatmaktadır. Devlet olmanın gereği olan kurumların kağıt üzerinde var olması, fiziksel olarak binalarının ve levhalarının olması yeterli değildir. Bunların işlevsel hale getirilmesi gerekir.

Tarihte Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Avrupalı devletler tarafından hasta adam nitelemesinden söz edildiğini herkes duymuştur. Hasta adam Osmanlı devleti sonuçta yıkılarak yerini Cumhuriyete bırakmış olabilir. Aslında tüzel kişilik olan devletlerin ölmesi, hasta olması söz konusu değildir. Hasta olan insanlar ve toplumlardır. Osmanlı döneminde var olan toplumsal hastalıklar devleti yönetenler tarafından gerektiği gibi çözüme kavuşturulamamıştır. Cumhuriyetle birlikte yeni bir siyasal rejim kurulmuş da olsa toplumda geçmişten beri var olan hastalıklar ortadan kalkmamıştır. Toplumsal hastalıklar ancak yönetim sistemlerinin etkin işletilmesi ile sona erdirilir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte yeni bir sistem, devlet, toplum yaratılması ideali ile başlanmış olmakla birlikte yönetim sistemi gerektiği gibi işletilememiştir. Osmanlı döneminde var olan sorunlar aynen yeni rejimde de devam ettirilmiştir. Mevcut iktidar Cumhuriyet tarihi boyunca hastalıklı yönetim anlayışının yarattığı sorunları ortadan kaldırmak yerine kendine yarar sağlayan bir yönetim anlayışı kurmayı tercih etmiştir. Bu tercih belli kişilere menfaat ve yarar sağlamış gibi görünse dahi toplumun geneline menfaat ve yarar sağlayamamıştır. Sonuçta hastalıklı anlayışın zararları bugün deprem, sel felaketi, ekonomik, toplumsal, siyasal, eğitsel sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şehirleşmenin bilimsel temellerine dikkat edilmediğinde sel felaketleri yaşanıyor. Depremle ilgili bilimsel temellere dikkat edilmediğinde deprem felaketleri yaşanıyor. Eğitim biliminin temellerine dikkat edilmediğinde eğitsel sorunlar, ekonomi biliminin temellerine uymama ekonomik sorunlara yol açıyor. Kısaca hasta adamlıktan halen kurtulamamış bir devlet ve toplum halinde varlığımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Yaşanan felaketler toplumu ve devleti terbiye etmeye devam ediyor. Bu anlayışla devam ettikçe de terbiye süreci biteceğe benzemiyor.

Kutsal kitapta insana aklını kullanması sık sık tavsiye edilir. Dünya hayatı diye nitelenen yaşamda var olan her tür doğal olaylar herkese aynı şekilde etki ediyor. Aklını kullananlar gelişmiş ülke konumunda insanlarına refahı sunarken bizdeki gibi aklı geri plana atanların payına sel, deprem ve toplumsal felaketler, acılar, sıkıntılar düşüyor. Bunu kader diye nitelemek dini de bilmemek ve doğru anlamamak anlamına gelir.

     

 

 

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...