13 Eylül 2022 Salı

Tarihi Unutmamak Üzerine

Türkiye ile Yunanistan arasında son dönemde ortaya çıkan çatışma konularına her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. İki ülke arasında yaşanan çekişmelerin sıcak çatışmaya dönüşmesinden herkes tedirgin. Sonuçta iki testi çarpışırsa her ikisinin de zarar görmesi kaçınılmaz. Buna rağmen ülke yöneticileri birbirlerine sürekli sert çıkışlar yaparak birbirlerini alt etmeye çalışıyor. Türkiye yetkilileri son dönemlerde Yunanistan’a tarihi unutma gibi söylemleri kullanıyorlar. Bu tür bir söylemin anlamı üzerinde düşünmek gerekiyor. Gerek cumhurbaşkanı, gerek dış işleri bakanı veya milli savunma bakanı bu söylemi kullanıyorlar. Tarihi unutma söylemi üzerinde durulacak olursa buradan hareketle devlet yöneticilerimizin Yunanistan’a bazı gözdağı verme çabaları içinde olduğu söylenebilir. Ancak ülkeler arası ilişkilerde bu tür söylemlere dayanarak verilen gözdağının hiç de etkili olmayacağı açık bir gerçek. Yunanistan devlet yöneticilerinin, Türkiye yöneticilerinin bu söylemlerinden hareketle yapmayı düşündükleri davranışlardan veya atmayı düşündükleri adımlardan vazgeçeceğini beklemek için herhalde çocuk olmak gerekir. Buna rağmen bu söylemin sürekli dile getirilmesinde asıl amacın Yunanistan’a yönelik bir söylem olmaktan öte Türkiye kamuoyunun içine yönelik olduğu açıkça görülebiliyor. Devleti yöneten büyüklerimiz aslında gerçekte hiçbir etkisi olmayacağı açık olan böylesi bir söylemi kullanarak kendi iç kamuoyuna, sıradan vatandaşına gaz vermek isterken, onlara ne kadar güçlü bir devlet olduklarını dünyaya bu söylemlerle gösterdikleri imajını vermek istiyorlar.

Öte yandan tarihi unutma söyleminin de yeterince ayaklarının yere sağlam bastığı da şüpheli. Tarihi unutmayacak olan Yunanistan hangi tarihi unutmayacak sorusu cevapsız. Bilindiği gibi Yunanistan geçmişte Osmanlı Devletine tabi bir durumda iken 1820-1830’lu yıllarda bağımsızlık mücadelesi vererek ayrı bir devlet oldu. Osmanlı’dan ilk ayrılan topluluk ve devlet olarak Yunanistan diğer topluluklara örnek oldu. Bu yönüyle Yunanistan’ın Osmanlı’dan ayrılma süreci kendi açılarından büyük bir olay. Daha sonra 1890’ların sonunda Osmanlı ile yapılan savaşlarda yenildiler. Dünya savaşı sonrası İngiltere’nin dolduruşuna gelerek işgalci güç olarak Anadolu topraklarına sahip çıkmaya çalıştılar. Kurtuluş savaşı döneminde önemli yenilgiler alarak geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu tarihi perspektiften bakınca Yunanistan yöneticilerine tarihten ders alın demek anlamsız. Yunanistan tarihi süreç içinde kendisine belirlediği hedefe ulaşmak için elinden geleni yapıyor. Bu hedeflerinden sözle vazgeçmelerini beklemek anlamsız olduğu kadar saçmadır. Bunun yerine dünyada gelişmiş ülkelerin sahip olduğu ve yumuşak güç diye nitelenen ekonomik, sosyal, siyasal, teknolojik alanlar başta olmak üzere her alanda etkin bir devlet olarak dünya sahnesine güçlü bir aktör olarak çıkılması gerekiyor. Bu ise kısa vadede ve gelişi güzel bir yönetim anlayışı ile yapılamayacak bir iş.

Yunanistan’a yönelik topluma gaz verme anlayışına yönelik söylemin bir başka benzeri de bizin iki bin beş yüz yıllık bir devlet ve ordu geçmişimiz olduğu söylemi. Yine başta cumhurbaşkanı olmak üzere diğer siyasi figürler ülkemizin köklü devlet geleneğimizden övgüyle söz ederek kendilerinin toplum nezdinde ne kadar güçlü bir konumda bulundukları imajını vermeye çalışıyorlar. Bu söylemin temeli de Türklerin Ortaasya’da kurdukları söylenen devletlere, Hunlar başta olmak üzere diğer Türk devlet topluluklarına yönelik kayıtlara dayanıyor. Türk toplumu bu yönüyle geçmişten bu güne dünya sahnesinde bir şekilde varlığını sürdüren topluluklardan birisi olabilir. Bu gerçeklik bugünkü toplumun gelişmişlik düzeyine ilişkin olumlu bir katkı yapıyor mu sorusu üzerinde durmak gerekiyor. İki bin beş yüz yıllık devlet ve ordu geleneği konusu bir söylemden öte anlamı olan bir konu değil. Türklerin Ortaasya’dan itibaren yaşadıkları her coğrafyada farklı gruplar, kültürler ve topluluklarla iç içe yaşadığı bir gerçek olmakla birlikte herkes tarafından kabul edilen getirdikleri bir gelenek, felsefe veya düşünce biçimi, kültür öğesi var denemez. Tersine etkileşimde bulundukları her toplum ile iç içe geçerek onlardan bir şeyler aldığı gibi onlara da bir şeyler vermişlerdir. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz çağda çağın getirdiği şartlar içinde kendine özgü bir yönetim sistemi, ordu düzeni, siyasal işleyiş sistemi, kültürel bir genetik kod var denemez. Son üç yüz yıldır kendini batıya benzetmek için elinden gelen her şeyi yapan Türk Toplumu kendi kişiliğinden neredeyse tamamen uzaklaşmış durumda. Ondan önce de İslam inancının gereğine göre yine kör topal bir din anlayışına sahip idi. Bugün dünya üzerinde etkin bir Türk toplumundan ziyade güçlü aktörlerin elinde askeri piyon olmaktan öte gidemeyen bir Türkiye toplumundan söz ediliyor dense yanlış olmaz. Amerika, Rusya, Avrupa ve diğer dünya güçleri arasında var olan koltuk kapma yarışması içinde Türkiye kimin yanında yer alırsam daha avantajlı bir duruma gelirim anlayışı ile dış politikasını ve ülke yönetimini şekillendirmeye çalışıyor. Ülkede halen çağdaş bir devlet sistemi kurulabilmiş değil. Ekonomik sistem başta olmak üzere hukuk sistemi, eğitim sistemi, yönetim sistemi, bürokratik sistemi tamamen taklide dayanan bir anlayışla dizayn edilmiş durumda. Taklitçilikten kurtularak kendi özgün sistemini kuracağını iddia eden mevcut iktidar yirmi yıllık sürecin sonunda toplumun tümünü kapsayacak bir yönetim sistemi kurmak yerine kendine bağlı, kendinden olanları kayırıp diğerlerini dışlayan, kaynakları herkesin yararına kullanmak yerine kendinden gibi gördüğü kişilere aktaran, tamamen tek adama dayanan, parti devleti haline gelmiş, nepotizmin ayyuka çıktığı bir yönetim sistemi kurmuş durumda. Kuralların hakim olduğu bir devlet yönetimi artık çok uzaklarda görünüyor. Kurallar yerine başkanın adamlarının isteğine göre işleyen bir bürokratik sistem haline gelen devlet yönetim anlayışı ile toplumun tümünün kucaklanabilmesi artık mümkün görünmüyor.

İktidar bir yıldan daha az kalmış seçimlere kadar Yunanistan başta olmak üzere diğer dış unsurları kullanarak içerde bir rüzgar yakalamaya çalışıyor. Toplumda tarih başta olmak üzere siyaset, kültür, edebiyat ve hatta din konusunda devasa bir cehalet hakim. Devletin başında bulunanlar da toplumdaki bu cehalete oynayarak acaba iktidarımızı devam ettirebilir miyiz telaşı içindeler.

Bu çerçevede televizyonlar başta olmak üzere diğer her ortamda dile getirilen söylemler üzerinde mutlaka birkaç dakikacık da olsa kafa yormak, düşünmek, sorgulamak, akletmek gerekiyor. Bu insan olmanın, dindar olmanın, çağdaş olmanın en başta gelen gereklerinden birisidir. Buna rağmen aklını birilerinin eline teslim edenler mevcut zorluklara çok daha fazla katlanmaya devam etmeyi göze almalıdır. Toplum olarak kim veya hangi siyasi figür olursa olsun körü körüne birilerinin peşine takılmamak gerekiyor. Herkes kendinden sorumlu olduğuna göre kendince elinden gelen çabayı göstermesi gerekiyor. Ben de naçizane bir yazı çerçevesinde herkese insan olmanın gereği olarak akıl sermayesine sahip çıkmasını tavsiye ediyorum.

 

 

Muhalifbakış

 

izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 

 

 

8 Eylül 2022 Perşembe

Eğitimde Nitelik Söylemi

Milli Eğitim Bakanı Mahmut ÖZER eğitimde niteliği her vatandaş için sağlayacaklarını iddia ediyor. Eğitimde nitelik konusu her zaman gündemde olan bir konu olmakla birlikte halen bu konuda yeterli bir adım atılabilmiş değil. Milli eğitim bakanı siyasi bir figür olarak temsilcisi olduğu bakanlığın çalışma alanına yeterince hakim olduğu söylenemez. Eğitim geçmişi bu alana hakim olacak bir durumda değil. Dolayısıyla bakanlığın teknokratları kendisine neyi sunuyorsa onu dillendirmekten öte bir şey yapmıyor. Teknokratlar ise siyasal iradenin hedeflerine uygun veri üretme dışında bir şey yapmaya cesaret edemiyorlar. Bu durum yönetim kültürümüzün ortaya çıkardığı bir sonuçtan doğuyor. Yönetim kültüründe işleyiş düzeni emir komuta, amir memur anlayışı ile yürütülüyor. Yönetim kültürümüzde yönetici yönetme yetkisini kimseyle paylaşılmaması gereken bir özel alanmış gibi görüp kullanıyor. Yönetici her şeyin en iyisini ben bilirim anlayışında hareket ediyor. Böyle bir işleyiş düzeninde verilecek kararlara ilişkin tartışma, fikir alış verişinde bulunma, soru sorma, hele de eleştiride bulunma gibi davranışlar hiçbir zaman hoş görülmüyor. Yönetici bu anlayışla kendi etrafındaki kadroyu oluşturuyor. Yönetime yakın olmanın getirdiği imkanlardan uzak kalmama arzusu yönetim kadrosundaki kişileri de yöneticinin her yaptığını onaylama, övme ve yöneticinin istediği türde bilgi ve veri üretme davranışının doğmasına neden oluyor.

Eğitimde bakanlık nitelikli okullar ve diğerleri ayrımı yaparak aslında en başta niteliksizliği kabul etmiş oluyor. Nitelikli denilen okullar toplam okulların içinde küçük bir kısmını oluşturuyor. Tüm okulların nitelikli olarak kabul edilmesi mümkün değil. Nitelikli okullar sınavla öğrenci alarak bir yönüyle kalburüstündeki küçük bir azınlığa güya nitelikli eğitim verdiğini zannediyor. Oysa sınavla girilen okullarda nitelikli eğitim verilmiyor. Tersine sınavla belirli bir seviyenin üzerindeki öğrenciler bir araya toplanarak bir yönüyle sınıfsal bir ayrım oluşturulmuş oluyor. Bu öğrencilere verilen eğitimin müfredatı ile diğer okullara verilen müfredat arasında hiçbir fark yok. Tüm okullar için tek müfredat uygulanırken daha üst düzey becerilere sahip öğrenciler bir araya toplanarak seviye okulları oluşturulmuş oluyor. Nitelikli diye nitelenen okullar ortaöğretim düzeyinde yer alıyor. Okul öncesi, ilkokul ve ortaokul düzeyinde nitelik diye bir kavram ve endişeden söz eden yok. Üniversite düzeyine bakan ise hiç yok. Okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve üniversite düzeyi eğitim kademeleri arasında ihmal edilmiş durumda. Ortaöğretimde ise yüzde on civarındaki bir okul için nitelikli okul kategorisi söz konusu olduğuna göre aslında toplam eğitim düzenimiz içinde yüzde doksanlık kısım için nitelik kavramının sözü dahi edilmiyor.

Eğitimde nitelik kavramından söz edilebilmesi için mutlak surette verili bir değerlendirme yapılması gerekiyor. Milli eğitim bakanı zaman zaman topluma yönelik yaptığı konuşmalarında eğitimde ölçme değerlendirmenin önemine değindiği halde eğitimde ölçme değerlendirme kavramına da gerektiği gibi yer verilmediği kolayca görülmektedir. Mevzuat ve program çerçevesinde ölçme değerlendirme olgusu söz konusu olmakla birlikte bu olgunun hayata geçtiğini söylemek güç. Mevzuat, ölçme değerlendirmenin genel çerçevesini belirliyor. Müfredat programı her ders bazında program hazırlama mantığı çerçevesinde müfredatın içine yerleştirilir.

Dersler ve sınıflar bazında mevzuat ve müfredat içerisinde yerleştirilmiş/belirlenmiş ölçme değerlendirme sürecinin etkin bir şekilde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği hususuna ilişkin herkesle paylaşılan bir veri de yok.

Milli Eğitim Bakanlığı ölçme değerlendirmeye önem verildiğini söylerken bunu sadece söylem düzeyinde bırakıyor. Sistemin içinde yöneticilere geri dönüt veren etkin bir denetim sistemi de olmadığı için işleyişle söylenen arasında gerçek anlamda bir değerlendirme de yapılamıyor.

Eğitim sisteminin işleyiş düzenine ilişkin herkese fikir veren bir yıllık değerlendirme verisi hemen hiç paylaşılmıyor. Eğitim düzeni başta toplumdaki hemen her alanda var olan işleyiş düzenine ideolojik bir bakış açısı var. Bu ideolojik gözlükler her alanda kullanılıyor.

Eğitime dair değerlendirme görevi bürokratik görev tanımı sınırlarını aşıp da topluma mal olamıyor. Bu bürokratik görev bakanlık tarafından kimseyle paylaşılmak istenmiyor. Bununla birlikte bu görevin bakanlık tarafından gerektiği gibi yapıldığına dair bir paylaşım da yok. Bu görevi kendi üzerine almış bakanlığın her yıl bu konularda yapılan çalışmalara kamuoyu ile paylaşılması gerekir. Bu yolla toplum, eğitim düzenine ilişkin fikir sahibi olabilir. Milli Eğitim Bakanlığı bu görevi ne derece yapıyor sorusunu cevaplamıyor. Aslında kamu hizmeti konusundaki hemen tüm alanlarda cevapsız sorularla karşı karşıya geliniyor.

Toplumda kimse soru sormaya ihtiyaç duymuyor. Sorulan sorulara da sırf cevap vermiş olmak için veriliyor. Bu durum toplumumuzun duyarsızlığı kadar toplumu bilgilendirme gereği duyulmamasının da sonucu. Toplum cevaplanmayacağını bildiği için soru sormayı da bir alışkanlık olarak geliştirememiş durumda. Bu da toplumsal duyarsızlık olarak ortaya çıkıyor. Toplum adına basının bu konuları dile getirmesi gerekirken basın da gerçek işlevini yerine getirmekten çok uzak noktalarda/alanlarda faaliyet yürütüyor.

Toplumda hesap sorma kültürü gelişmemiş durumda. Okullar, sınıflar, dersler bazında başarı göstergeleri hazırlanıp paylaşılmalı. İlkokul, ortaokul ve dersler bazında başarı göstergeleri sadece öğretmenlerce verilen notlara dayanıyor. Bu notlar ise gerçekliği yansıtmıyor. Dersler bazında başarı göstergesini belirlemek yerine sınıflar düzeyinde başarı göstergeleri geliştirilebilir. Bu başarı göstergeleri aracılığıyla okullar ve sınıflar düzeyinde başarı durumları ortaya konabilirse etkin bir ölçme değerlendirmeden söz edilebilir. Merkezi sınavları bu kategoride kullanmak doğru değil. Kaldı ki merkezi sınavlar sadece ortaöğretimin başında ve sonunda uygulanıyor. Oysa eğitim ortaöğretimden ibaret bir kademe değil. Ortaöğretim düzeyinde yapılan değerlendirmeler çok çok gecikmiş faaliyetlerdir.

Etkin bir ölçme değerlendirme sistemi dahi kurulamamış iken eğitimde nitelikten söz etmek eğitime bilimsel bakış açısının halen sıfırın altında seviyelerde olduğunu söylemek haksız bir değerlendirme olmayacaktır. Bilimsel yani akıl temeline oturmayan bir faaliyetin olumlu sonuçlar vermesini beklemek ise hayatın ve dünyanın gerçeklerine uymayacaktır. Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçların alınabilmesi mümkün değildir.

                                                  Muhalifbakış                                                                                                                         izmirmuhammedali@gmail.com

 

 

 

Eğitimde Müfredat Açmazı

Bizde eğitim denilince okullar, okullar deyince sınıflar, sınıflar deyince de dersler akla gelir. Millî Eğitim Bakanlığı güya ders içerikler...