İçinden
geçtiğimiz süreçte yaşadığımız toplumda farklı dünya görüşlerine sahip insanlar
ve bu insanların oluşturduğu gruplar arasında sürekli bir çatışma, tartışma,
sorgulama ve mücadele yaşanıyor. Hemen her akşam televizyon programlarında
yönetim, toplum, siyaset sorunları üzerinde farklı görüşlerden alan uzmanları tartışmalar
yapıyorlar. Bu gün iktidarı elinde bulunduran siyasal yapı Cumhuriyet tarihi
boyunca en uzun süre iktidarda kalma başarısını göstermekle bazıları tarafından
övülürken diğer bazıları tarafından eleştiriliyor. İktidar üzerinden yapılan
tartışmalarda odak din devlet tartışmalarına yoğunlaşıyor. İktidarın dindarlık
rengini daha fazla vurgulayan bir dünya görüşüne sahip olması nedeniyle Cumhuriyet
dönemi din devlet ilişkileri üzerinden dindarlıkla cumhuriyet arasında bir
değerlendirme yapılıyor. Dindarlığın cumhuriyet ile sorunları olduğuna dair
değerlendirmeler yapılırken geçmişten bugüne uzanan sorunlara dair görüş ve
öneriler dile getiriliyor. Dindarlığın gerçekten Cumhuriyet dönemi ile sorunu
olup olmadığı üzerinde durmak gerekiyor.
Osmanlı’dan
Cumhuriyete geçiş ile birlikte topluma bir dönüşüm projesi dayatıldı. Projenin
odağında toplumun değerlerinin değiştirilmesi, dönüştürülmesi hedefi vardı.
Aslında Osmanlı döneminde de devlet, yönetim ve toplumsal hayata yönelik sorunların
varlığı kabul edilen bir olguydu. Osmanlı yenileşme tarihi bu kabulün önemli
delilleri ile dolu. Osmanlı döneminde de yaşanan sorunlara dair karınca
kararınca çözümler aranıyordu. Aranan çözümler karşılaşılan sorunlara göre
sınırlı bir alandan başlayarak gittikçe pek çok alanı kapsayacak şekilde genişledi.
Her uygulama sonrası çözüm getirmeyen yöntemler bırakılıp bir başkası seçildi.
Cumhuriyet dönemine kadar gelen yenileşme çabalarına bakıldığında plansız,
programsız, gelişigüzel, kurumsallıktan uzak ve kişilerle sınırlılık gibi
niteliklerinden dolayı baştan itibaren sorunların kaynağının doğru olarak
teşhis edilemediği anlaşılmaktadır. Osmanlı’da da devlet ile toplum gerektiği
gibi bütünleşebilmiş değildi. Osmanlı dönemi devlet anlayışında devlet
padişahın malı olarak görülürdü. Toplumun tümüne yönelik bir bakış, proje veya
endişe yoktu. Toplumu oluşturan bireylerin vergi gelirinde bir sayı veya
savaşta bir asker olmaktan öte fazla bir anlamı yoktu. Reaya devletin sahibi
olan padişahın hizmetini gören kul taifesi olarak görülüyordu. Padişahlar
sadrazamlara kendilerinin vekili olarak devlet işlerini yürütmeleri için mührü
teslim ederken göreyim seni mülkümü nasıl idare edeceksin derken onlara
hayatlarının da ellerinde olduğunu söylüyorlardı. Bu sistemde can ve mal
emniyeti diye bir şey yoktu. Nitekim Tanzimat Fermanı ile birlikte müsaderenin
yasaklanması, can ve mal emniyetine yönelik taahhütler en üst düzeyde yazıya
geçiriliyordu.
Osmanlı’da
yenileşme hareketinin temel saiki, kendilerini devletin sahibi olarak
görenlerin sahip oldukları saltanat imkanlarını kaybetme endişesine düşmelerinin
sonucu olarak kötü gidişi durdurma düşüncesi idi denilse yanlış bir değerlendirme
olmayacaktır.
Zenginlik
ve imkanın toplumun tüm kesimlerine eşit ve dengeli dağıtılması, adil ve
zenginlik dağıtan bir devlet endişesi yönetimdekilerde hemen hiçbir zaman
olmadı. Devleti ebed müddet kavramı veya ilayı kelimetullah kavramları genel
olarak hakim olma, hükmetme, herkese boyun eğdirme çerçevelerinden daha ileri
düzeylere taşınamadı.
Sıradan
vatandaş Osmanlı döneminde de daha iyiye ulaştırılacak, refaha eriştirilecek
bir unsur olarak görülmüyordu.
Din,
Osmanlı’da herkes tarafından doğru öğrenilmesi, anlaşılması, yaşanması gereken
bir değer olmadı. Osmanlı dönemi din eğitimi veren medrese sistemi devletin
ihtiyaç duyduğu bürokratları yetiştirmeden daha fazla bir şey yapmıyordu. Halka
inen bir din eğitim anlayışı yoktu. Devleti elinde tutan iktidar sahipleri
iktidarı kaybetmeme adına her tür dini anlayış ve yorumu kendi tekelinde
tutarken farklı yorum ve anlayışları fitne diye niteleyerek yaşamasına,
büyümesine izin vermemiştir. Medrese aracılığıyla elinde tuttuğu dini yorum
anlayışını yetiştirdiği bürokratları aracılığıyla topluma yaymıştır. Kitle
eğitimi zaten sanayi inkılabının getirdiği bir olgudur denilerek Osmanlı dönemi
din eğitimi çabalarının sınırlı bir çerçeve içinde kalması haklı bir durum gibi
görülebilir. Ancak İslam dininin doğru din anlayışına sahip olmasının
zorunluluğu ayetlerin indiği dönemden itibaren var olan bir olgu idi. Ayetlerde
aklını kullanma, akletme, adaletle hükmetme, iyiliği emretme, kötülüklere karşı
mücadele, anlaşılan, uzlaşılan konuların yazıya geçirilmesi, şahitliklere özen
gösterilmesi, müşavere gibi temel ilkeler aslında ilk andan itibaren
Müslümanlarda eğitim faaliyetlerinin kitlesel değil her bir bireye özgü özel
bir eğitim çabasını gerektirdiğini gösteriyor. Buna rağmen İslam tarihine bakıldığında bu
alanın Müslümanlar, Müslüman yönetici ve alimleri tarafından hemen her dönem
görmezden gelindiğini gösteriyor.
Dini
devletin kontrolünde bir araç olarak kullanmaktan fazla bir çaba harcamadılar.
İlayı Kelimetullah davası asker taifesini ve halkı yönlendirme aracı olarak
görüldü ve kullanıldı.
Cumhuriyet
döneminde yapılanların Osmanlı döneminden farkı dinin araç olarak kullanılması
geleneğinden vazgeçilmesi olarak görülebilir. Zira cumhuriyet dönemine kadar
hakim devlet yönetim anlayışında din, görüntüde de olsa genel çerçeveyi
belirleyen temel argüman olarak kullanılırken Cumhuriyet sonrası din kavramı
bireyin kendi iç dünyasında kalması gereken değere dönüştü. Yüzyıllar boyu
devletin yönlendirmesi ile yürütülen sisteme dayanan dinin birden bire
bireylerin vicdanlarında Allah ile kul arasında bir değer olarak ayakta
durabilmesi oldukça zordu. Cumhuriyet ile birlikte bireylerin vicdanında bir
değer olarak tanımlanmaya başlanan dine yönelik devlet tarafından hiçbir destek
verilmezken geri planda kalması için pek çok çaba gösterildi denebilir. Bu
durum zaman zaman dinin toplumsal alandan silinmesine yönelik çabalar şekline
de dönüştü.
Cumhuriyete
önderlik eden lider kadro içinde Mustafa Kemal ATATÜRK’ün pozitivist ve
rasyonalist bakış açısı, yüzyıllardır devletin yönetiminde görüntüde birincil
gibi görünmekle birlikte her zaman saltanatın gölgesinde kalan ve saltanat
tarafından meşruiyet kaynağı olarak kullanılmış olan dini tamamen saf dışı
bırakmıştır.
Aslında
Mustafa Kemal ATATÜRK de mücadelenin başında, özellikle dizginleri ele geçirinceye
kadar dini dayanak noktası, hareketin meşruiyet aracı olarak kullandı.
Saltanatı dahi uzun süre kurtarılacak bir kurum olarak topluma sundu.
İslam,
tarih boyunca yöneten iktidarlar tarafından hep büyük kitleleri harekete
geçirme, kendine bağlama, meşruiyet aracı olarak kullanılageldi.
İslam
hayata yön veren temel bir değer niteliğinde din olarak gerektiği gibi
anlaşılıp yaşanamadı. Dinin özünü doğru anlama ve temel ilkelerinin hayata
geçirilmesine yönelik çabalar yerine dış görünüşe yönelik sınırlı bir çerçeve
ile uğraşıldı.
Din
konusunda toplumlara yön verme, yol gösterme imkanı bu alanda bilgi sahibi
olanların elinde oldu. Ki bunlara alim deniyor. Din alimi sıfatına sahip
olanların küçük bir kısmı iktidarlarla uzlaşmaksızın sadece dinin doğru
anlaşılması ve yaşanması konusunda çaba gösterebildi. Büyük çoğunluk
iktidarlarla eklemlenerek kendilerinden istenen meşruiyet destekçiliğini kabul
edip dini sınırlı bir çerçeveden dışarı çıkmaksızın iktidara hizmet eden bir
araca dönüştürdüler.
Tarih
boyunca din denilince toplumun anlayışında İslam’ın şartları, imanın şartları,
32 farz, 54 farz gibi şekle dayalı standart, rutin uygulamalar, ritüellerden
söz edilmekten ileri gidilmedi. Kur’an okumayı öğrenme denilerek araç
harflerinin hızlı ve akıcı okunması standart din anlayışı hedef haline
getirildi. Kur’an okumayı öğrenme temeli üzerine hafızlık kurumu inşa edildi.
Uzun ve yorucu çabalar sonunda anlaşılmaksızın ezberlenen ve makamlı okunan bir
kitap haline dönüşen dinin temel kaynak kitabı olan Kur’an ve içindeki hayata
yönelik ilkeler adeta toplumdan uzaklaştırıldı.
Kutsal
kitap Kur’an-ı Kerim’in Arapçasını okuyup ezberleme çabasıyla uzun yıllar boyu
harcaman emekler her nesil tarafından aynı şekilde tekrar edilmeye devam
ediyor.
İslam
tarihi boyunca din adına topluma yönelik kaynaklara bakıldığında okur-yazar
olanlarla sınırlı olmak üzere Ahmediye, Muhammediye, Mızraklı İlmihal, Kara
Davud gibi kitapların elden ele dolaştığı, tarikat grupları tarafından yazılmış
eserlere ait şerhlerin eğitim kurumlarında veya dini literatürde kullanıldığı,
sıradan vatandaş için ise daha çok cami imamları tarafından sürekli aynı
şekilde anlatılan menkıbelerin sözlü olarak dilden dile dolaşması şeklinde
uygulamaların yaygın olduğu görülmektedir.
Dinin
içeriğindeki temel ilkelere göre işleyen bir hayat ve bu hayatın içinde var
olan ekonomi, siyaset, yönetim, birey, kültür ve toplum yaratılamadı.
Cumhuriyet
de yüzyılların getirdiği bu geleneği değiştirmeyi düşünmedi. Tersine bir
yönüyle işlevsiz, yozlaşmış hale gelen geleneği toptan yok saymayı veya en
azından hiçbir geçmiş tecrübeye sahip olmayan bireyin vicdanına terk ederek,
görmezden gelerek kendi kendine yok olmasını beklemeyi tercih etti.
Bu
tercihin sonucu olarak yüzyıllardır yaşanan devlet ve yönetim sorunlarının
üzerine ilave olarak din ve toplumla çatışan bir devlet sorununu ilave etti.
Cumhuriyetle
birlikte yüzyıllardır özü ihmal edilip kabuğu da eksik veya yanlış kullanıldığı
veya uygulandığı için işlevsizleşen, yozlaşan dini geleneği zararlı ve yanlış
anlayışlardan temizleyerek sağlam temeller üzerinde yeniden inşa çabası
harcansaydı ve bununla birlikte geçmişten beri süregelen toplum, devlet ve
yönetim sorunlarına odaklanılabilseydi devlet-toplum bütünleşmesi
oluşturulabilirdi.
Cumhuriyetin
yaptığı yanlış tercih uzun soluklu bir devlet-toplum çatışmasına neden oldu.
Bugünkü
iktidar bu yanlış tercihin ortaya çıkardığı mücadelede yok sayılmaya çalışılan
geleneksel din anlayışının şimdilik kazanan tarafını temsil ediyor.
AK
PARTİ(AKP) iktidarı Cumhuriyet tarihinin başındaki yanlış tercihin ortaya
çıkardığı devlet-toplum çatışmasında yeniden dindarlığın galibiyetinin bir
göstergesi gibi görünmekle birlikte kazanmış gibi görünen dindarlık
yüzyıllardır getirdiği yozlaşmış anlayıştan hiçbir şeyi bırakmamış gibi
görünüyor. Zira hala işlevsiz ve yozlaşmış geleneksel din anlayışı ve
uygulamaları dokunulmamış durumda olduğu gibi duruyor. Bu fosilleşmiş
uygulamalar mevcut iktidar tarafından yeniden canlandırılmaya,
yaygınlaştırılmaya, topluma sunulmaya çalışılıyor. Bu süreçte yaşananlara bakılınca
Cumhuriyetle birlikte başlamış olan dine karşı yok sayma anlayışına karşı dindar
anlayışın ayakta kaldığının görülmesi dışında yeni bir şeyin olmadığı görülüyor.
Cumhuriyet tarihi süresince yaşanan yok sayma, yok etme çabasına rağmen ayakta
kalmayı başaran din anlayışı yine eski geleneksel kültürün devamı niteliğinde. Geçmişi
sorgulama, doğru din anlayışına, uygulamasına ulaşmaya yönelik bir sorgulayıcı
bakış açısı geliştirmeye yönelme gibi bir durum olmadı.
Cumhuriyet
projesinde söz sahibi olanlar geçmişin yanlış devlet ve yönetim uygulamalarını
ortadan kaldırıp çağdaş ve güçlü bir devlet ve yönetim sistemi kurmak, ekonomik
alt yapı sorunlarına çözüm üretmeye yönelik çaba harcamak yerine, liderin arkasına
gizlenip kendi bürokratik oligarşilerini kurduktan sonra ülke kaynaklarını
kişisel menfaatlerine hizmet edecek şekilde kullanarak semirmeyi tercih
ettiler. Bunu yaparken liderin istediği gibi görünebilmek için onun idealize
ettiği şablona girmeye çalıştılar. Cumhuriyet ideolojisini, Osmanlı kul
sistemini yok edip kişinin kendi öz benliğini özgürce ortaya çıkaran sistem
diye pazarlamaya çalışanlara rağmen ne yazık ki Cumhuriyet de kendi kul
sistemini kurmaktan öteye gidemedi. Cumhuriyet dönüşüm projesinde yer alanlar
toplumun sorunlarına gerçekçi çözümler bulmak yerine görüntüde liderle aynı
boyayla boyandılar. Bu yolla iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanmayı
garanti altına almayı düşündüler.
Bugünkü
iktidarın oluşturduğu yönetim iklimi de Cumhuriyet döneminde oluşturulan lider
odaklı anlayıştan çok farklı değil. Hatta yıllarca anti Kemalizm propagandası
olarak dile getirilerek eleştiri amaçlı kullanılan tek parti dönemi
uygulamalarının çoğu bugün bu iktidar tarafından kullanılıyor. Kullanmak
yanında geçmişte eleştiri konusu hususlar Atatürk tarafından da aynı şekilde
yapılmıştı denilerek yaptıklarına meşruiyet kazandırmaya çalışılıyor. Bu yolla
adeta gerçek Atatürkçülüğü biz temsil ediyoruz mesajı veriyorlar.
Dindarlığın
Cumhuriyet ile doğrudan bir sorun yaşadığı söylenemez. Cumhuriyet dini bir
sorun kaynağı olarak görerek dışlamayı tercih etmekle dindarlığı bir sorun
olarak algıladı. Bu yanlış algıya karşı dindarlık varoluş savaşı vermek zorunda
kalırken kendini sorgulama gibi bir yola giremedi. Dindarlığı kendine adeta
bayrak yapan iktidar da bu konuda bir şey yapmayı düşünmek yerine zafer
sarhoşluğu içinde iktidarın tadını sonuna kadar çıkarmaya çalışıyor.
Menfaatlerine ulaşmayı düşünenler de tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında lider
çevresinde var olmanın yolu olarak dönemin liderine yaranmanın yolunu dönemin
ideolojisini maske niyetiyle kullandıkları gibi bugün de liderin etrafında dindarlığı
bir maske ideoloji olarak kullanmayı tercih ediyorlar.
Muhalifbakış